O T/ YÖN/AZİZ MAHMUD HÜDAYİ HAZRETLERİ

AZİZ MAHMUD HÜDAYİ HAZRETLERİ

Sivrihisar o yılların kültür merkezlerinden biridir. Yeni nesiller sağlam bir tedrisattan geçirilir. Ancak içlerinden biri dikkat çeker. Bu çocuk okuduğunu hafızasına nakşeder ve akıllara durgunluk veren bir seziş kabiliyeti vardır. Hocaları “Oğlum Mahmud!” derler, “Senin önün açık, hiç buralarda durma, doğru İstanbul’a!”

Mahmud çeker çarığını, Dersaadet’e koşar. Zamanın gözde medreselerinden Ayasofya’nın kapısını çalar. Osmanlı’da istidadı olanların önü açıktır. Nitekim İmparatorluğun âlimleri bu pırlantayı keşfeder, hususi bir eğitimden geçirirler. Hele müderris Nasırzade hususi bir ihtimam gösterir ona.

Genç Mahmud, Edirne’de, Şam’da, Kahire’de kalır, çok alim tanır. Eşi zor bulunan sohbetlere katılır. Nitekim Ferhadiye Medresesi’ne müderris atanır. Derken genç yaşta kadı olur Bursa’ya.

GARİP DAVA
Üftade Hazretleri’nin dergahına devam eden bir garip vardır. Bunu öyle bir Haremeyn hasreti sarar ki sormayın. İşini gücü bırakır, hacı uğurlar, hacı karşılar. Onlara sarılır, koklar, ayaklarının tozuna sürer yüzünü. Bir tek hurmayı, bir yudum zemzemi saklar yıllarca. Söz Mükerrem Mekke ya da Münevver Medine’den açılmaya görsün, aha şuracığını bir ılıklık basar, gözleri dolar.

Ama paranın gözü kör olsun. Meret bir türlü denkleşmez ki. İşte o yıl da hacılar denklerini hazırlar, yola çıkarlar. Garibin hayvanı yoktur, uzun süre peşlerinden koşar, ancak ilk molada böyle olamayacağını anlar, döner geri. Yemeyi içmeyi unutur, uykuyu dağıtır. O Hicaz sevdası ile yanıp tutuşadursun arafe gelir çatar. Milletin bayram neşesiyle sağa sola koşturdukları demlerde iyiden iyiye mahzunlaşır.

OLUR MU OLUR
Üftade Hazretleri onu bir kuytuda hıçkırırken görür. “Sen Eskici Mehmed Dede’yi bul” der, “selamımı söyle, seni hacca götürsün!”

Garip adam “Öyle şey olur mu?” demez. Eğer Üftade Hazretleri diyorsa olur, mutlaka olur. Zerre kadar ‘acaba’sı yoktur. Sevinçle Mehmed Dede’yi bulur. Büyük veli, garip aşığın elinden tutar ve göz açıp kapayıncaya kadar Arafat’a uçarlar.

Orada hemşehrilerini bulurlar. Birlikte konaklar, birlikte otururlar. Hatta emanet alır, emanet bırakırlar. Sonra geldikleri gibi dönerler geri. Karısı adama inanmaz. O, üç günün hesabını sorar. Hatta işi büyütür, kadıya çıkar. “Bu yalancıyla yaşamak istemiyorum!” der. “Yok efendim hacca gitmiş de, tavaf etmiş de, zemzem içmiş de… Bir sürü maval işte!”

Kadı Mahmud önce adamcağızı, sonra Eskici Mehmed Dede’yi dinler. İkisi de üç aşağı, beş yukarı aynı şeyleri söylerler. “Bir anda şeytanı iklim iklim dolaştıran Allah, sevdiklerini de gezdirmeye kadirdir!”

TEKKEYE GELEN KADI
Nihayet Bursalı hacılar döner, hadiseyi doğrularlar. Kadı Mahmud bir hoş olur. Makam, mertebe gülünç gelir gözüne. O saatte gemileri yakar, niyetlenir dervişliğe. Önce Eskici Mehmed Dede’nin kapısını çalar. Ama mübarek “senin nasibin bizden değil!” der, “Üftade hazretlerine gitsen gerek!”

Kadı Mahmud adamlarına “tiz atım hazırlansın!” der, kurulur eyere. Üftade Hazretleri’nin dergâhına yaklaştığı sırada atının ayakları kayalara saplanır. Gelgelelim, henüz yaşadıklarını muhakeme edecek halde değildir. Atı bırakır, yürür kapıya. Karşısına ilk çıkana “Ben!” der, “Bursa kadısıyım. Geldiğimi söyleyin, Şeyh Üftade’yi göreceğim!” Kapıdaki yaşlı derviş önce acı acı güler, sonra “Üftade benim evladım!” der, “Ama bu kapı yokluk kapısıdır, eğer malını, mülkünü, itibarını, rütbeni silemeyeceksen var git işine.” Kadı Mahmut mahçup ve pişmandır. Üftade Hazretleri kadife gibi yumuşak bir sesle devam eder: “Bak yavrum bu yol çilelidir, görmüyor musun atın bile döndü geriye!”

ZOR İMTİHAN
Bunlar ne manalı sözler, bu ne içe işleyici sestir. İşte o an tevhid denizine yelken açar, sıyrılır yalan dünyanın girdaplarından. “Bu huzur hiç bitmese” der. Ama şimdi çetin imtihanlar bekler onu.

Koca Kadı, denilen her şeyi yapar, mesela sırmalı kaftanıyla mahalle mahalle dolaşır ciğer satar. Peşinde yalınayak veledler, arsız kediler.

Alay edenler, fıkır fıkır gülenler. Eski memurları “deli mi ne?” derler. Ama o direndikçe üstüne yürür, nefsinin burnunu sürter yerlere.

İşte helâları temizlediği günlerden birinde avluyu bir davul sesi doldurur, sonra tellâlın gür sesi duyulur. Bursa’ya atanan yeni kadıyı ilan ederler. Bir şaşaa, bir depdebe, bir gulgule…

Alçak nefis diklenmek ister. “Sen sürün bakalım” der, “Elin oğlu bıraktığın makama oturdu bile!” Ama o vesvelere güler geçer, “Boşversene!” der, “Sen buna layıksın. Hatta buna bile layık değilsin ama…”

İşte, tam o an ufuklar görünür, gökler duvak duvak açılır. Kalbine anlatılmaz bir huzur ve sürur dolar. Üftade Hazretleri develer yükü kitabın veremeyeceğini bir bakışıyla talebesinin kalbine nakşeder. Artık bulutların üstünü, yerin altını görür, zikreden zerreleri işitir. İşte bu yüzden çimlere basamaz, çiçekleri koparamaz.

Ve Sivrihisarlı Kadı Mahmud, Aziz Mahmud Hüdayi olur. Aziz Mahmud Hüdayi hazretleri, hocasına çok hizmet eder, ömrünün son demlerinde yanında olur, duasını alır. Üftade Hazretleri öylesine hoşnut olurlar ki anlatılamaz. Hatta açar ellerini “Allah ne muradın varsa versin” der, “Padişahlar ardınca yürüsün e mi?”

‘Hocamın duası yerine gelsin’
Bir gün Sultan Ahmed Han yolda Hüdayi Hazretleri’ne rastlar, derhal atından inip eyeri gösterir. “Efendim buyurmaz mısınız?” Talebeleri Hüdayi Hazretleri gibi mütevazı bir velinin bu teklifi reddedeceğini sanır. Ancak Hüdayi Hazretleri hayvana biner, Koca Padişahı ardından yürütür. Ama birkaç adım ya gider, ya gitmez iner.

“Bunu sırf hocamın duası yerine gelsin diye yaptım” der, “Yoksa Padişahımın atına binmek ne haddime!”

Hüdayi Hazretleri hocasının vefatı üzerine Hoca Saadettin’in tavsiyelerine uyar, İstanbul’a yerleşir. Küçük Ayasofya tekkesinde talebe okutur. Sonra Fatih Medreselerinde fıkıh, hadis, tefsir dersleri verir. Ama onun gönlünde sevenleri ile başbaşa olacağı bir tekke yatar. Üsküdar’da bir arazi alır ve gönlüne göre bir dergâh kurar. İstanbullular akın akın sohbetine koşar, himmetine kavuşurlar. Gel zaman, git zaman namı ötelere yayılır. Tam dört sultan (III. Murat, III. Mehmed, II. Osman ve IV. Murat Han) eşiğine gelir, diz çökerler yanıbaşına. Mübarek, o güçlü feraseti ile onlara gölge olur. Kâh tedbir gösterir, kâh hedef çizer. Ferhat Paşa ile birlikte İran seferine katılır, askeri zafere inandırır.

Gün gelir Hüdayi dergâhı Hakk aşıklarına yetmez olur. Mübarek derslerini Sultanahmed Camii’ne taşır. Ancak koca cami dahi dar gelir. I. Ahmed Han bir gece çok sıkıntılıdır. Rüyasında Avusturya kralı ile güreşir, lakin sırt üstü yere düşer. Görünüşte kabus gibi bir şeydir. Büyük bir telaşla rüyasını yazar ve Hüdayi dergahına yollar. Ancak Aziz Mahmud Hazretleri ulağı kapıda karşılar pusulayı okumadan cevabi mektubu sıkıştırır eline. Onun tabirine göre toprak “kuvvet” demektir. Sırtının yere değmesi arkalarında ki himmete işarettir. Hulasa zafer bizimdir. Nitekim zaman büyük veliyi haklı çıkarır. Osmanlı muzaffer olur.

ALTIN MI İSTİYORSUN, AL!
Aziz Mahmud Hazretleri’ne hanım olmak kolay değildir. Zira mübarek elindekini avucundakini dağıtır ve fukara gibi yaşar. Kadıncağız hamiledir ama karnını bile doyuramaz. Ev rutubetli ve soğuktur, dahası ne yemek yağı vardır, ne kandilin yağı. Bir gün kadının gırtlağına gelir. “Yetti gayri!” der, “sen tut Bursa Kadılığı gibi bir makamı bırak, malını mülkünü ona, buna dağıt. Sonra köleler gibi sürün. Bebeğimizi saracak çaputumuz bile yok. Yaptığın iş mi yani?” Aziz Mahmud Hüdayi sesini çıkarmaz, sadece manalı manalı güler. İşte tam o sıra kapı çalınır. Saray ağaları altın dolu torbaları eşiğe bırakırlar. “Sultanımız Efendimiz, ellerinizden öpüyorlar” derler, “Hadiseler aynen tabirinizdeki gibi gelişti. Lütfen, bunları kabul edin, sevindirin bizi!” Hanımı mahçup ve pişmandır. Eh, o altınlar da geldiği gibi gider tabii, anında bulur yerini. Üsküdar garibi bol semttir, fukara bol bol sebeplenir.

DALGALAR KUBBE KUBBE
Sultanahmet Camii’nin açılacağı gün cuma hutbesini okuma şerefi Aziz Mahmut Hüdayi Hazretleri’ne verilir. Ancak o gün deniz kabına sığmaz, rüzgar kamçı kamçı dolanır. Dalgalar kubbe kubbe gelir, sahili döverler. Sular zeminde patlarlar gülle gibi. Ama Hüdayi Hazretleri fırtınaya aldırmaz, Sarayburnu’na doğru açılırlar. Teknenin geçtiği yerde derya sütliman olur. Talebeleri ardısıra ilerler, adeta tünelden geçerler.

İşte bu ehline aşikar yol zaman zaman sandalcılar tarafından kullanılır. Hoş, Üsküdarlı kayıkçıların tamamı ona intisaplıdır. Netameli havalarda “Ya Rabbi şeyhimin hatırına” der, sığınırlar Hüdayi yoluna. Sözkonusu geçit daima sakin, daima emindir.

İŞTE KERAMET
Hüdayi Hazretleri bir gün saraydadır. Feyzli bir sohbetin ardından namaz vakti girer. Mübarek taze bir abdest almaya niyetlenirler. Sultan Ahmet koşar ibrik getirir. Şehzadeler seccadeleri sererler. Valide Sultan kafes arkasında peşkir hazırlar. Kadıncağız kalbinden “Ah” der, “Ah mübareğin bir kerametini göreydim.” Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri’ne malum olur. “Hayret!” buyururlar, “Bazıları hala keramet görmek istiyor. Koca Halife-i rûy-i zemin bizim gibi bir garibe ibrik tutsunlar, muhterem anneleri peşkir hazırlasınlar. Bundan âlâ keramet mi olur.”

ÖLECEKLERİNİ BİLSİNLER
Birgün padişah, Aziz Mahmud Hüdayi Hazretlerinden dua ister. Mübarek ellerini açar “Ya Rabbi bizi sevenler, denizde boğulmasınlar, yaşlılıklarında muhtaç olmasınlar, imanlarını kurtararak ölsünler ve öleceklerini bilsinler!” diye dua eder.

Ahmed Han, ömrünün son günlerinde meçhul kimselere selam vermeye başlar. “Neler oluyor?” diye soranlara, “Hayret!” der, “Görmüyor musunuz? Sahabenin büyükleri ve Hülefa-i Raşidin yanımızdalar. Bana hazırlan diyorlar. Yarın Efendimize gidecekmişiz”.

Mübarek nice hazırlanır, onu bilemiyoruz. Ama bildiğimiz o ki ertesi gün kavuşur özlediklerine.

Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri Üsküdar’da kendi adını taşıyan dergâhın bahçesinde medfundur.

Kaynak: www. huzuradogru.com