HACI ARİF BEY ( 1831-1885 )
Türk musikisinin "Fuzulî"si!.. Fuzulî, şiirde, nasıl ince, nasıl usta, nasıl yürekli, nasıl âşıksa, Hacı Hacı Arif Bey de Türk musikisinde öyle ince, öyle yürekli, öyle usta, öyle âşıktır. Fuzulî, nasıl gazel formunda en yüksek eserlerini vermişse, Arif Bey de "şarkı" formunda en ulaşılmaz eserlerini verdi. Biri Osmanlı İmparatorluğu’nun haşmet devrinde, biri, gevşeyip dağılma döneminde, sanatın erişilmez zirvelerine ulaştılar! Hacı Arif Bey’in, kendisini bunca hatırlatan Fuzulî’den bir gazel olsun bestelememiş oluşu, şaşılacak işlerden biridir!.
1831 yılında İstanbul’da doğdu. Asıl adı Mehmet Arif, babası, Şer’i Mahkeme Kâtibi Ebu-bekir Efendi’dir. İlkokul çağında, sesinin güzelliği ile dikkati çekmiş, okulun, "İlâhici Başısı" olmuştur. Hoş bir rastlantı, Bestekâr Eyüplü Mehmet Bey, komşuları idi. Bu yetenekli genci hemen fark etti. Mehmet Arif’e ders verdi, yetiştirdi, sanat çevrelerine sokup tanıttı. "Mızıka-i Humayun"a girdiği zaman, sadece 13 yaşındaydı. Eyüplü Mehmet Bey, bu komşu çocuğunun yeteneğine ve geleceğine inanmıştı. Onu, İsmail Dede Efendi’nin konağına götürdü ve sesini dinletti. İsmail Dede, Mehmet Arif’in icrasına hayran olmuştu. Hocasını tebrik etti ve yetişmesine özen gösterilmesini salık verdi.
MEHMET ARİF’İN BESTELERİNE TUTUCU ÇEVRELER KARŞI ÇIKTI
Mehmet Arif, hocasından 30 fasıl, yani 120 beste ve semaî öğrendikten sonra, zama-nın diğer bir ünlü hocası, Haşim Bey’den ders almaya başladı. Artık bestelerinde yeni melodiler, icrasında yeni bir üslûp gelişiyordu. Tutucu çevreler, bundan hoşlanmadı. Onlara göre, Türk sanat musikisi, tantanasını ve ağırbaşlılığını yitiriyor, bu Mehmet Arif denen gencin besteleri ve icrası, musikiyi ayağa düşürüyordu.
Bu dönemde, genç bestekârı, Padişah Abdülmecit arkaladı. Abdülmecit de, babası 2. Mahmut gibi, musikimizi seviyor ve yaratmak istediği yeni çağın, yeni bir sanat anlayışı temellerine oturmasını hevesle karşılıyordu. Arif Bey, böylece, tutucuların yaratmak istediği çemberi kırdı ve eserlerini birbiri ardından vermeye devam etti. Padişah da şiir yazıyor, musiki seviyor ve Arif Bey’i beğeniyordu. Bestekârı, Saraya Mabeyinci olarak aldı.
Şöhretin bu merdivenlerine ulaştığı zaman Arif Bey, sadece 20 yaşındaydı. Gençti, uzunca boylu idi, güzel bir yüzü, kibar tavırları vardı. Zekâsı ve ender rastlanan hafızası ile herkesin saygısını kazanıyordu. Kendisine pek yakışan bir sakal koyuvermiş ve "Bey" unvanını almıştı. Kolay beste yapıyor, Padişah Abdülaziz’in kendisine verdiği şiirleri, bazen yedi ayrı makamdan besteleyecek kadar ustalık ve ilham bolluğu gösteriyordu. Hele, Davudi sesiyle şarkılarını söylemeye başladığı zaman, hayran olmayan yoktu.
Abdülmecid’in, tam anlamı ile sevgi ve güvenini kazanmıştı. Saray haremindeki musikiye yetenekli cariyelerin hocalığına getirildi. Arif Bey gibi, yakışıklı bir bestekâr ve icracının cariyeler arasında nasıl bir merak ve heyecan konusu olduğu düşünülebilir. Fakat Arif Bey gibi, bekâr ve ince ruhlu bir insan üzerinde, birbirinden güzel kızların, nasıl başdöndürücü bir fırtına yaratacağı da bellidir. Bir anda bir aşk hikâyesi doğdu. Ders verdiği cariye Çeşmidilber, genç sanatkârın ruhunu altüst ediverdi.
Abdülmecid, Arif Bey’in bu sanatkâr zaafını pek hoş karşılamadı ama, doğan aşka saygı gösterdi ve Arif Bey’i, Çeşmidilber’le evlendirip saraydan uzaklaştırdı. Artık Arif Bey, aşkının cümbüşü içinde birbirinden güzel şarkılar besteliyor, Taşlık’taki konağında mutlu bir hayat yaşıyordu. "Kürdili Hicazkâr" makamını bu sırada bulmuştur.
ABDÜLAZIZ, ARİF BEY’İ MEŞK HOCASI OLARAK TEKRAR SARAYA ALDI
Büyük güzelliklerin ömrü kısa olur, bir gün Çeşmidilber, —herhalde kendilerince bilinen bir sebep yüzünden — Arif Bey’i bırakıp, kaçtı. Evlilikleri iki yıl kadar sürmüştü. Cemil ve Nebiye adlı iki çocukları vardı. Arif Bey, koca konakta çocukları ile başbaşa kalınca, "Niçin, terk eyleyip gittin, a zalim! " gibi, birkaç şarkı yazdıktan sonra sustu. Yaptığı hata, sanatçıyı kahrediyordu. Hem, Padişahın güvenini, hem mutluluğunu kaybetmişti.
Uzun bir sessizlikten sonra, "Sultanî Irak" makamından bestelediği bir şarkı ile Abdülmecid’e seslendi: "Bana lüft eyler iken sen Neden menfurun oldum ben."
Padişah, yürek adamı idi. Arif Bey’i bağışladı ve yeniden Mabeyinci olarak Saraya aldı. Bununla da kalmadı, bu büyük sanatçıya güveninin ne ölçüde olduğunu anlatmak için, tekrar, haremde cariyelere ders vermesine müsaade etti.
Gelgelelim, Arif Bey’in uslanmaz bir gönlü vardı. Bu sefer de Zülfinigâr cariyenin füsununa kapıldı Fakat Abdülmecid’in hoşgörüsüne, sanata karşı duyduğu saygıya bakın ki, hiçbir açık öfke göstermeden, bu sefer de Zülfinigâr’ı Arif Bey’le evlendirdi ve her ikisini de Saraydan uzaklaştırdı.
Arif Bey’in, Zülfinigâr’dan bir kızı oldu. Adına "Râbia" dediler. Fakat doğumdan kısa bir süre sonra Zülfinigâr öldü. Bahtsız sanatkâr, üç çocuğu ile bir başına kaldı.Tam bu sırada, Padişah Abdülmecit de hayata gözlerini yummuştu. Yerine gelen Padişah Abdülaziz de hem şair, hem bestekârdı. Arif Bey’i tekrar Saraya aldı ve cariyelerin meşk hocası yaptı.
Fakat bu büyük besteci ve icracının zaafı bilindiğinden, Valide Sultan bu sefer kendisini maiyetindeki Nigârnik Hanım’la evlendirdi. Arif Bey’in bu hanımdan bir kızı olmuştur. Hayriye… Saraydan çıkardığı bu üçüncü eşi ile Arif Bey, Zincirlukuyu’daki çiftliğine çekilerek 5 yıl asude bir hayat yaşadı. Bu arada, Şura-yı Devlet kâtipliği, mal müdürlüğü yaptı.
ARİF BEY, OĞLU CEMiL BEY’İN KOLLARINDA HAYATA GÖZLERİNİ KAPADI
Sultan Abdülhamit döneminde, Sarayda kendisine görev verilmedi. Fakat Valide Pertevniyal Sultan, kendisini daima arkalamıştır. İran Hükümdarı Nasrettin Şah,sanatkarı
Tahran Sarayı’na davet edince, Abdülhamit, Arif Bey’in gitmesine izin vermemiş, "Sarayda görevlidir" yolunda bir cevap vererek İstanbul’da kalmasını sağlamıştır. Bu yazışma münasebetiyle "Mızıka-i Humayun"a alındı. Arif Bey, daha 13 yaşında iken yapmaya başladığı bu görevi isteksiz kabul etti ve isteksiz devam etti. Ölümü de Mızıka-i Humayun’un bir odasında olmuştur. Ansızın yakalandığı bir kalp krizi sonunda oğlu Cemil Bey’in kolları arasında öldü (28 haziran 1885). Son bestesi ne kadar manalıdır: "Gurup etti güneş, dünya karardı Gül-i bağ-ı emel soldu, sarardı." "Mecmua-i Arifî" adlı eserinde, 50’den fazla makamla, binden fazla güfte toplamıştır. Kendisinin binden fazla şarkısı, iki yüz kadar ilahisi olduğu halde günümüzde sadece 328 parçası kalmıştır. Çünkü, ne nota bilir, ne de herhangi bir saz çalardı. Dehâsı ile birlikte, birçok eserini de beraberinde götürdü.