NASRETTİN HOCA (1208-1238 )
Türk kahkahasının adı, Nasrettin Hoca’dır. Türk insanının dünyaya bakışı, akılcılığı, özündeki gerçekçilik hep Nasrettin Hoca’nın fıkraları ile dile gelir. Gün görmüş, akıl öğrenmiş insanların durmuş-oturmuşluğu, onda… Örümcek kafalı yobazın budalalığını yüzüne çarpmak, onda… Namusluyu yüceltip, rezili yere çarpmak, onda… Düşünmek ve düşüncenin içinden bir tebessüm çıkarmak, yine onda… Nasrettin Hoca, Türk toplumunun şaheser bir karikatürüdür…
1208 yılında Sivrihisar’ın Horto köyünde dünyaya geldi. Babası Abdullah Efendi, bu köyün imamı idi. Ölünce, yerine Nasrettin Hoca bir süre imamlık yaptı. Fakat köyden çabuk sıkıldı. Gezmek, görmek, öğrenmek hevesi ile dolu idi. İmamlığı bırakarak Akşehir’e indi. Hayatı hakkında fazla bilgi yok. Hatta doğum ve ölüm tarihlerinin bile doğru olup olmadığı kesin değildir. Eğer doğru ise, 1238 yılında 30 yaşında iken Akşehir’de öldü…
ANADOLU’DA HER GÜLÜNÇ FIKRA ONA MALEDİLMIŞTİ
Ağızdan ağıza geçerek zamanımıza gelen fıkraların pek çoğu, gerek kaba-saba, gerekse gerçek bilgiden yoksun oluşlarından, Nasrettin Hoca’ya ait olmadığında kuşku yoktur. Genellikle Anadolu’da her gülünç fıkra, her iğneli sözün Nasrettin Hoca’ya mal edilmesi, millî bir gelenek haline gelmiştir. "Bir gün Timurlenk Nasrettin Hoca’ya…" diye başlayan bütün fıkraların uydurma olduğu kesindir. Çünkü Nasrettin Hoca, Timurlenk’in yaşadığı çağdan yüz elli yıl önce ölmüştü.
Bir söylentiye göre, Nasrettin Hoca, Konya Medresesi’nde okumuş ve hatta bir süre kadılık da yapmıştır. Ama Konya’da okumuş mu, okumamış mı, kadılık yapmış mı, yapmamış mı, bilinemez. Ancak Nasrettin Hoca’nın dünya görüşüne, olgunluğuna, esprisine baktığımız zaman, onun okumuş bir kişi olduğundan şüphemiz kalmaz.
Nasrettin Hoca’nın, güldürmenin ötesinde pek bir şey söylemeyen fıkraları olduğu gibi, derin bir felsefî görüşü, Türk toplumunun akılcı ve faydacı mizacını yansıtan hikayeleri de vardır. Bu güldürü hikayelerinden birini örnekleyelim:
"Nasrettin Hoca bir gün, bir bahçeye girmiş… Bakmış, başının üstünde, güneş parçası gibi parlayan kayısılar var… Dayanamamış, bir iki tane koparıp yemiş. Bir iki tane daha ko-parayım derken, ağacın üstüne çıkmış… Tam bu sırada, bahçe sahibi, elinde koca bir sopa ile çıkagelmez mi? Bahçe sahibi, "Sen kimsin?.. Ne arıyorsun bakayım orada?" demiş. Hoca, bakmış ki pabuç pahalı… Başlamış bülbül gibi şakımaya… Sonra da cevap vermiş: "Görmüyor musun, bülbülüm, yuvamda oturuyorum işte…" "Bahçe sahibi, "Ay o bülbül sesi mi senin ağzından çıkan?.. Biz hiç mi bülbül dinlemedik?.."deyince, Nasrettin Hoca öfkelenmiş, "Bana bak arkadaş, sen uzun ettin!. Zoraki bülbül bu kadar öter." deyip, Kestirip atmış…
«ARKADAŞ, YARIM OKKA ÇEKMEZ BU KUŞ!..»
Şimdi bir de Türk insanının akılcı, faydacılığını belirleyen bir hikayesini aktaralım…
Nasrettin Hoca pazarda dolaşırken bir kalabalık görmüş. Karışmış aralarına, bakmış, bir kuşun sahibi avazı çıktığı kadar haykırıyor: "Haydi, yok mu artıran?… Üç altına… Üç altına!. " Hoca kuşu satana sormuş: "Arkadaş, yarım okka çekmez bu kuş!.. Üç altın istemeye utanmıyor musun?." Kuşun sahibi gülmüş: "Çekil git Hoca, zevzekliğin sırası değil… Bu kuş, ama adam gibi konuşur!.. Anladın mı?.. Papağan bu, papağan!.."
Hoca eve koşup kümesteki kazı koltuğunun altına sıkıştırdığı gibi pazara gelmiş, papağanı satanın yanına gelip bağırmaya başlamış!.. "Hadi, çeyrek altına, çeyrek altına!.." Papağanın sahibi sormuş: "Neden 5 kuruşluk kaza çeyrek altın istiyorsun? Ben üç altın istiyorum ama, benim papağan adam gibi konuşur… Senin bu kaz ne yapar?…" Hoca, istifini bozmadan cevap vermiş: "Ne yapacak?.. O da adam gibi düşünür!."
Bu hikaye, ister faydacı bir görüşle olayların değerlendirilmesi biçiminde yorum-lansın, ister, "Söz gümüşse, sükût altındır" atasözünün eleştirisi gözü ile bakılsın, apaçık bir dünya görüşünü yansıttığı ortadadır. Hele, gerçeği bulmanın kolay olmadığını, gerçeğin görüşe, anlatılışa göre değer değiştirdiğini anlatan, Nasrettin Hoca’nın çok bilinen şu hikayesi, dünya mizahı ölçülerinde bile altın değerindedir:
"Nasrettin Hoca’nın komşusu, karısı ile kavga etmiş sonra Hoca’ya gelip içini boşaltmış. Hoca, dinlemiş dinlemiş, sonra, "Haklısın komşu" demiş.
Derken bu sefer, komşunun karısı gelmiş. O da başlamış anlatmaya. Kendi açısından olanları bir bir anlatmış… Hoca, yine dinlemiş dinlemiş, "Haklısın, Bacı komşum" demiş…"
Meğer bütün konuşulanları yandaki odadan karısı işitirmiş. Koşmuş, Hoca’nın karşısına dikilmiş: "Kocası geldi, karısından yandı, "haklısın" dedin. Karısı geldi, kocasından yakındı "haklısın" dedin, ikisi birden haklı olur mu?.."
Hoca dönmüş, karısına bakmış, bakmış… Sonra, "Sen de haklısın hatun" demiş…"
«NASREDDIN HOCA TÜRK MİLLETİNİN MİNYATÜRÜDÜR»
Her anlatımın insan çıkarlarına dayandığını bundan güzel nasıl söylersiniz?.. Hoca da geniş bir hoşgörü, akılcı bir yöntem olmasa, bu hikaye nasıl kurulur, nasıl bağlanır?.. Eğer Türkler tarih boyunca imparatorluklar kurmuş, milletler yönetmişse, bunun sebebi, bu gerçekçilikleri, bu hoşgörüleridir.
Amerikalı sosyolog Herbert Adams Cibbons, Birinci Dünya Savaşı’nda Türklerin politikaları üzerine yazdığı bir kitaba, şu sözlerle giriyor:
"Türkler, akılcı, gerçekçi, hoşgörüsü bol, inanmış bir millettir. Önce, Nasrettin Hoca’nın hikayelerini okuyunuz, sonra kendilerini gidip görünüz. Göreceksiniz ki, dediklerim doğrudur. Nasrettin Hoca, Türk milletinin minyatürü gibi bir şeydir."
Sözden güzel ne olur?.. "Baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş…"