MEVLANA
İnsan anılarını yazmaya başlayınca neler geliyor hatra bir bilseniz, neler.
Ne kadar çok da anımız varmış. Hepsini yazmalıyım, bunu mutlaka yazmalıyım, bunu da yazmalıyım derken satırlar birbirinin peşi sıra geliyor.
Sonra ayıklama faslına başlıyorsunuz. Şunu yazmayayım, alınırlar; ya bunu yazarsam küserler; bunu yazarsam iyi olmazlar başlıyor.
Nedense insan hep güzel anlarını yazmak istiyor. Kötü anlarını bir kalemde silmek hatta hatırlamak bile istemiyor.
Unutmak istiyorsunuz ama onlar yakanıza yapışmışlar, kene gibi kanınızı emmeye devam ediyorlar.
Ben şöyle bir karar aldım. Hatırlamayacağım ve yazmayacağım ki kötü anılar karanlık çukurlarında kalmaya devam etsinler.
Bir zamanlar yaşandılar ve Allah’a çok şükür bittiler. Hatta külleri kaldı. Üflersem işleri tamamdır.
Siz de benim gibi yapın, hatırlayın ama asla yazmayın. Anlatmayın bile. Hani bir söz vardır: Hasma en büyük sitem hasmı anlamamaktır.
Yazmayın ki önemsiz olduklarını, kaleme alınamayacak kadar küçük olduklarını anlasınlar.
Sözünü dahi etmeyin. Gülüp geçin.
Ayrıca onlara şükredin, yoksa iyiyi ve güzeli nasıl anlayacaktınız.
Benim beynim çok ilginç, hemen unutuyor. İyilerin bile bir çoğunu unutmuşum ki kötüleri hatırlamam mümkün değil.
Bir de bende garip bir durum var. Kızamıyorum. Geçti, gitti, bitti, hayat devam ediyor diyorum. İyi ki de böyleyim.
Maziye gömdüm eskileri, orada kalsınlar. Lütfen ellemeyin, orada kalsınlar.
Şimdi zannedeceksiniz ki ne kadar da çok kötü anısı varmış, içine dert olmuş. Yok, vallahi yok, inanın sizinkinden daha çok değil.
Kısa anlar, vurdular geçtiler. Yıkamadılar. Bazen sendeledim, bazen düştüm ama şimdi ayakta olduğuma göre demek ki ayağa kalkmayı becermişim.
Bir de artık her şerrin, benim için hayırlı olduğuna inanıyorum. Her şerrin beni daha büyük şerlerden kurtarmak anlamına geldiğini biliyorum. Kısacası şerleri, hayır olarak görmeye başladım.
Bir dakka, şimdi nasıl olsa şerleri hayır sanıyor diye üzerime gelmeye kalkışmayın, eski Ayşe’nin kırıntıları hala üzerimde, ne yapacağım hiç mi hiç belli olmaz. Hesabınızı görürüm ve sizin şerriniz olabilirim.
Yok ya savaşlardan korkan, barışlardan ürken ben, evet ben, her şarta hazırım. Vurun vurabildiğiniz kadar.
En büyük silahım yazmak. Sizi yazarım olur biter. ( Burası tehdit. Kendimi savunmam gerek.)
Bu evrim nasıl gerçekleşti, kısaca size onu anlatmak istiyorum.
Yoksa ben de hırçın, inatçı, kaprisli, dediğim dedik, kısacası günün insanlarından biriydim.
Hadi yazalım, kalemimizi gönlümüzün ucuna takarak…
1996 yılı. Berbat bir yıl. Maddi, manevi darbeler alıyorum. Baş etmem mümkün değil. Sonunda depresyona girdim. Psikologlar, ilaçlar derdime derman olmaya çalışıyorlar. Yine de iyileşebilmem çok zor.
Bir sürü kitap okuyorum. Güncel, geçmiş, tarihi, coğrafi, felsefi.
Kitaplardan birinde ilginç bir sıfat ile karşılaştım: Tanrı’dan razı olmuş kişi
Çok ilgimi çekti. Tanrı’dan razı olmak nedir?
Tanrı bizden razı olur, rahmandır, rahimdir, en büyük affedendir. Ya biz ondan razı mıyız?
Günlerce düşündüm. İçine düştüğüm bunalımın gerçek sebebi bu cümlede gizliydi: Tanrı’dan razı olmak. Ve maalesef anladım ki: Ben Tanrı’dan razı değildim. Razı olmadığım için, her şeyin merkezinde kendimi görüyor ve suçluyordum.
Kimdim ben ki Tanrı’dan razı değildim. Kimdim?
Bu sıfat beni duvardan duvara vurdu, burnumu sürttü betonlarda. Günlerce tefekküre daldım. Ben kimdim ki Tanrı’dan razı değildim.
Her olayın merkezine kendimi koyarak, hem kendime büyük bir haksızlık yapmış oluyordum, hem de Tanrı’ya karşı büyük bir edepsizlik ediyordum.
Yani ben, Ayşe, ne menem biriydim ki Tanrı bile insandan razı olabilecekken ben Tanrı’dan razı olmuyordum.
İnsanın kendisini bu kadar kutsaması ne anlamsızdı.
Kafa gözlerim açıktı ama kalp gözlerim ile görmem gerekiyordu. Bu sıfat kalp gözlerimi açtı.
Bir anda dünyaya bakışım değişti. Meğer ben amuda kalkmış bir vaziyette bakıyormuşum, her şeye. Düzeldim, toparlandım, ayaklarımın üzerinde durmaya başladım.
Artık her şey farklıydı. Bir program vardı ve uygulanıyordu. Ben sadece oyuncuydum. Arasıra kendim de bu oyuna bir şeyler katıyordum, programı bozmamak şartıyla.
Neden kendimi merkezde tutuyor ve her şeyin sorumlusu olarak kendimi görüyordum. Ve bunun sonucu olarak da bunalımlara sürükleniyordum.
Ben artık Tanrı’dan razı olmaya karar vermiştim. Ancak bu kararda durabilmek zordu, çok zor. Tanrı’dan razı olmayı öğrenmem gerekiyordu.
Kimdi bu kişi, hani Tanrı’dan razı olan.
Sevgili Mevlana tabii ki.
Mevlana Celaleddin Rumi’nin sıfatıydı o. Tanrı’dan razı olmuş ve Tanrı rızasını kazanmış kişi, diye bahsediliyordu ondan.
Başladım ona ait kitapları okumaya. Hepsini su içer gibi, nefes alır gibi okudum.
Sonunda onun gibi düşünmeyi, onun gibi bakmayı öğrendim.
Öyle rahatladım, öyle rahatladım ki anlatamam.
Mevlana için Şems neyse, benim için de Mevlana o oldu. Hamdım, piştim. Aynı ney gibi. Cahildim, öğrendim evrenin sırlarını da, senfonisini de, aşkını da, aşıkını da…
Sevgili Mevlana, sana nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum, bana yeni bir bakış açısı hediye ettiğin için, yeni bir hayat tarzı hediye ettiğin için, kalp gözümün açılmasına sebep olduğun için, hissetmeyi öğrettiğin için, en önemlisi beni Tanrı’dan razı ettiğin için.
Nasıl Şems’i kaybettikten sonra onun için yandıysan, nasıl ondan haber getiren yalancılara bile hırkanı verdiysen, nasıl “ Doğruyu söyleseydi canımı verirdim” dediysen bil ki senden bahsedenler için can vermedeyim.
Ey seçilmiş, Tanrı rızasını kazanmış ve Tanrı’dan razı olan Mevlana, o kadar güzel vasıfların var ki bunlara bir tane de ben ekleyemiyorum. Kalp, ruh, kalem kifayetsiz kalıyor.
A.Nihat Asya’nın dizeleri geliyor aklıma:
Bir sofradayım azım çoğum Mevlana
Dursam yürüsem batım doğum Mevlana
Yarin sesi, yarin sözü, yarin yüzüsün
Sen yoksan eğer ben de yoğum Mevlana…
Zaman Okyanusu, 2004