3 KASIM
3 Kasım’dan bahsedelim mi biraz? Hani 3 Kasım 2002… Seçimler…
Okul hizmetlisi Şaban Bey bir şeyler dağıtıyor… Bana da verdi. Seçim görev kağıdı.
Önce çok sevindim, ne yalan söyleyeyim, canlı yayın gibi bir şey bu. Anında haberi alıyorsun, kimse öğrenmeden. Seve seve görevi kabul ettim.
Öğretmenler odasında çıt çıkmıyor, herkes sessiz sessiz görev kağıtlarına bakıyor.
Bu sessizlik iyi değil mirim, diye düşünürken sessizlik bir anda bozuldu.
-Bu bize yapılmaz.
-Biz bunu hak etmiyoruz.
-Neden biz?
-Geçen seçimlerde görev yapmıştık.
Bu ve benzeri bir çok hoşnutsuz konuşmalar…
Anlam veremiyorum. Ne güzel bir görev, herkesin seve seve yapması lazım. Hemen olaya atlamalıyım ve ben de fikrimi söylemeliyim:
-Arkadaşlar ne güzel bir görev bu, bakın görev kağıdında da bu kutsal görevi kabul ettiğimiz için teşekkür ediyorlar.
Bütün arkadaşlar ters ters bana bakıyorlar. Anlam veremiyorum.
-Sen galiba hiç sandık başkanı olmadın?
-Olmadım, o yüzden heyecanlı ve sevinçliyim ya.
-Sen sevinmeye devam et, gününü görürsün.
-Ya niye böyle konuşuyorsunuz. Güzel düşünün, iyi olsun.
-Sevgili Ayşe Hanım, sen gününü görürsün…
-Ya, şu gününü görmeyi biraz açsanız. Nasıl yani?
-Geçen seçimlerden sonra 2 arkadaş hastanelik oldu, ben şiddetli gribe yakalandım, 20 günde zor atlattım. Bir çok arkadaş depresyona girdi?
-Ne olur beni yanlış anlamayın ama neden?
-Sabahın 5’inde oradasın. Sandığının başındasın. Seçmen ile uğraş, bir sürü kaprisli seçmen. Saat 17.00 oluyor. Esas cümbüş ondan sonra başlıyor. Bütün partililer müşahit adı altında salonu basıyor. Oy tasnifini seyrediyorlar. Tek tek oyları görmek istiyorlar. Aralarında bir çok kavga çıkıyor. Hadi oy sayımını da bitirdin diyelim, polisi bekliyorsun seni götürsünler diye… Polis arabası geliyor, boş kaldığı bir zamanda seni ilçe seçim merkezine götürüyor. Giriyorsun sıraya… Saatlerce bekliyorsun. İtiliyorsun, azarlanıyorsun, üşüyorsun, acıkıyorsun…
-Geçen seçimlerde sabah saat 4.00’te bana sıra geldi. Sabahın köründe İstanbul’un bir yerlerinde kalıyorsun. Kendi arabanı da götüremediğin için başlıyorsun taksi aramaya. Yeter mi?
-Yeter, anlaşıldı. Bu görevden kurtulma şansımız var mı?
-Tabi var. Rapor alabilirsin.
-E alalım o zaman.
-Heyet raporu almalısın.
-Yapma ya, kim bana heyet raporu verir ki?
-Başka kurtuluş yolu yok mu?
-Var, yerine başka birini bulabilirsin.
-Bulalım. Bu lafı dedim demesine de olayı da yaşamak istiyorum. Kahretmesin, ne yapacağıma bir türlü karar veremedim.
-Yerine adam ara bakalım, bulabilecek misin?
-Seçim günü sandık başına gitmesek ne olur ki?
-Güzelim 3 ay hapsi var, istiyorsan dene…
Bu fikir bana uygun değil. Kardeşim ben gider paşa paşa görevimi yaparım. Ne olabilir ki. Alt tarafı bir seçim.
27 Ekim Cumartesi günü Sakıp Sabancı Lisesi’nde seçim semineri var. Ne yapmamız gerekiyor, anlatacaklar.
Arkadaşlarla topluca gittik. Açıkçası işin ciddiyetini o gün anladım. Bir sürü bürokratik işlem. Anlatan bile tam olarak kavramamış ama bize öğretmeye çalışıyor.
Sabancı Lisesi’nden bizi seçim merkezine yönlendirdiler. Seçim evraklarımızı teslim alacakmışız.
Gittik. Amerikan bezinden bir çuvalı elimize tutuşturdular. Yaklaşık 6 kilo. Attım. Ama öyle olsa gerek. Seçim sonucunda ağırlığı sanki 100 kiloya çıkmıştı. Çünkü stresimiz de o çuvaldaydı…
Neyse çuvaldan bir de kılavuz çıktı. Okuruz, anlarız herhalde.
Çok ciddi bir çalışma yapmam lazım. Aldım kırmızı kalemimi elime ve başladım altını çize çize okumaya. Çok karışık ama çözeceğim. Benden kurtulamazsın kılavuz, seni gerekirse yutarım bile…
Neyse bırakalım şimdi gırgırı biraz anladım galiba. Hazır sayılırım.
2 Kasım günü Tek Gıda İş Sendikası’nın binasına gittim. Sandığım orada, canım 1371, sen oradasın. Saat 11.00’de oradaydım, tam istedikleri gibi.
Benim sandık ekibim 5 kişi. Nedense o gün bir ben, bir de Ahmet vardı.
Ahmet, Ahmet Bektaş, Dolmabahçe Sarayı’nda çalışıyor. Samsunlu.
Ne kadar çok şey öğrenmişim değil mi?
Mecburen öğrendim. Çünkü çok boş vaktimiz vardı.
Bina tadilatta. Üst katlar temizlenmiş, bodrum katı daha tamir edilmemiş. Sendikacılar bize üst katları vermemişler, pisletiriz diye.
Bodrum katını ayırmışlar bize, olsun ona da razıyız ama ne masa var, ne de sandalye. Hadi hayırlısı.
Biraz bekledik. Bina sorumlusu bize masalar buldu. Hani derler ya Nuh Nebi’den kalma. Sandalyeler eksik… Her masaya 5 sandalye lazım. Ben şanslıyım, sandalyelerimi buldum.
Ya masa biraz bozuk daha iyi bir masa, derken arkamı bir döndüm ki sandalyelerimi çalmışlar.
Kardeşim ne yapıyorsunuz, bunlar bizimdi desem de bir sonuç alamadım. Ya kavgamı edeceğim 5 sandalye için, bulamazsam yarın evden getiririm derken Ahmet bir yerlerden bir kaç tane sandalye buldu.
Kısacası berbat bir durumdayız. Oy kullandırmak için de bir masa lazım. Bulduk ama kadar küçük ki oy pusulaları üzerine sığmıyor.
İşte burada Türk’ün kıvrak zekası devreye girdi. Küçük, yuvarlak, beyaz masamızı duvara dayadık, bir kartonla da etrafını kapattık. Hafif bir boşluk bıraktık, masa ile karton arasında. Bu boşluktan oy pusulaları yere düşemezdi.
Her şey halledildi.
Hayır, her şey halledilmedi. Ya biz ne yiyip, ne içecektik. Yemek, özellikle de çay meselesi halledilmeliydi.
Sorduk, bina sorumlusuna:
-Bize çay yapacak mısınız, diye. Cevap kesindi:
-Öyle bir hizmet veremeyiz. Çay ocağımız kapalı.
Olmaz kardeşim. Çaysız olur mu? Çaysız seçim olur mu? Çaysız seçim yapmam abi…
Yine pozitiflik adına görev taksimatı yaptık. Kimisi su ısıtıcısı getirecekti, kimisi çay-şeker, kimisi de yiyecek.
Birisi atıldı ve dedi ki:
-Fazla yiyecek getirmeyin, partililer zaten getiriyor.
Ossun biz yine de bir şeyler getirelim.
Neyse masalarımız hazırdı. Sabah saat 6.00’da buluşmak üzere vedalaştık.
O geceyi zor geçirdim. Gece neredeyse 00.2 civarında uykuya daldım. Çalar saatim, cep telefonum kurulmuştu.
Sabah saat 5.30’da uyandım. Önce sıkı bir kahvaltı yaptım ve cicilerimi giyerek evden ayrıldım. Cicilerimi giydim, şık olmalıydım. Ben bir öğretmendim. Seçmenlerin karşısında ezik bir şekilde oturamazdım. Dedim ya işte, şık olmalıydım.
Daha hava aydınlanmamıştı. Elimde çuvalımla gittim, görev yerime.
Araba ile gidemiyorsun. Yoksa araba sendikanın bahçesinde kalır. Çünkü seçim bitince polise emanetsin, onlar seni götürüyorlar.
Masamı bir daha kontrol ettim. Ha bir de evden masa örtüsü getirmiştim, onu da masaya serdim. Çok şık oldu canım.
Hazırdık. Türkiye ve Türk milleti buyurun.
Saat 6.40’ta ilk seçmen geldi. Seçim 7.00’de başlıyor. Olsun, amcam erken gelmiş, sıraya girmek istemiyor.
İlk seçmeni atlattık.
İşin en zor yanı, mürekkebi seçmenin sol işaret parmağına sürmek. Azıcık dökmek istiyorsun, sular seller gibi akıyor. Bana ne az süreyim diyorsun, tüpü sıkıyorsun sıkıyorsun hiç akmıyor.
Bir de bayanlar ilginç. Hiç biri parmağına mürekkep sıktırmak istemiyor.
-Mecburum, bu görevimin bir parçası diyorsun, parmağını öyle bir çekiyor ki, dikkat etmezsen üstün başın perişan olacak.
Hiç biri parmaklarının kirlenmesini istemiyor. Ama beyler hiç itiraz etmeden bu kutsal işlemi kabul ediyorlar. İtiraz yok.
Görevimiz sakinlik içinde geçerken yan masada bir kavga başladı. Ay ne iyi oldu, çok canım sıkılmıştı. Kavga etmeyi hiç sevmem ama seyretmeye bayılırım.
Genç bir hatun parmağına mürekkep sürülmesini istemiyor. Kardeşinin düğünü varmış, öyle kirli bir elle gidemezmiş.
Masadakilerde görev aşkı ile yanıyorlar. İlla sürecekler, hem de bolca.
Acayip bir laf dalaşı, sürersin, süremezsin, sonuçta seçmen hüngür hüngür ağlamaya başladı. Bizimkiler de ısrarla et ile tırnak arasına sürmek istiyorlar.
Güzelim bizim masaya gelecektin, seninki de şans be kardeşim.
Bizim masaya gelseydi, tırnağının üzerine ufak bir leke yapardım, dikkatlice. Düğünde oje ile kapatabilirdi. Ne var yani insanları bu kadar üzecek.
Ya bu mürekkebe ben de takmış durumdayım. Başka bir yolu yok mu bu işin.
Öyle yaşlı insanlar geliyor ki, şimdi ben o teyzenin, o güzel yumuk yumuk ellerine nasıl mürekkep damlatırım. Sonra o teyzecik ne zaman, nasıl gidecek de başka bir yerde oy kullanacak yani…
Böyle yazdığıma bakmayın ha, herkesi mürekkepledim. Görevimi iyi yaparım abi…
Öğlene doğru partililer gelmeye başladı, kumanyalarla. Bir bana yiyecek geliyordu, bir de masada partilileri varsa. Diğerlerine yok.
Partiler kendi keselerine göre birer poşet hazırlamışlar. E be kardeşim bunları biraz daha az hazırlayın da herkese verin, haksız mıyım?
Bana bir çok yiyecek geldi. Diğer arkadaşlar üzgün.
Artık işi sonuçlandırmam gerek:
-Ya arkadaşlar, merak etmeyin, ben zaten rejim yapıyorum, sadece suları içerim, gerisini sizlere ikram edeceğim.
Masadaki yiyecek gerginliği bu şekilde son buldu.
Çay meselesini de hallettik. Hatta bazı seçmenler evden bize termoslar ile çay ve kahve getirdiler, Allah razı olsun.
Seçim süresi bitmek üzere ve listelere bakıyorum ve 50 kişi daha oyunu kullanmamış. Bu ne duyarsızlık, insan oyunu kullanmaz mı derken, listelere dikkatlice bakmaya başladım.
Bir de ne göreyim. Bizim seçmenlerin doğum tarihleri, pardon tevellüdleri çok yeni!
Bir çoğu 1901 doğumlu, bazıları 1334, 1335 tarihlerinde doğmuşlar. Anladınız değil mi? Çoğu gelecek durumda değil.
Seçim merkezleri bunları araştırmalı ve seçmen olarak yazmamalıydı. Yoklar çünkü onlar, belki de uzun bir zamandan beri…
Saat 16.00 ve seçim bitti.
Artık dananın kuyruğunun koptuğu saate geldik. Seçmen listelerindeki imzalar sayıldı ve sandık büyük bir törenle açıldı.
Amanın bana ne oluyor valla çok heyecanlandım. Zarfları ben açacağım ve partililer oyları yazacaklar.
Bir anda ellerinde müşahit kartı olan bir sürü insan ve polis memurları salona girdiler. Müşahitler bize şahitlik edecekler, polis memurları da güvenliğimizi sağlayacaklardı. Sandıklar polis memurlarına zimmetlenmişti, tabii sandıklar ile beraber bizde onlara zimmetlenmiştik!
Bizi tam bir göz hapsine aldılar. Bir sürü göz bizi izliyor. Müşahitler oy kaçırmamaya dikkat ediyor, polisler oyları korumaya çalışıyorlar.
Başladık zarfları açmaya… Daha oy pusulasını şöyle bir çeviriyorum, müşahitlerden biri, bizim diye bağırıyor.
Doğru, valla doğru, nereden görüyorsun be kardeşim, daha ben görmedim. Sanki adamlar hissediyor.
Yorumlar da güzel. İki partinin oyu peşpeşe gelirse:
-Bunlar bir aile, hepsi aynı partiye atmış.
-Bu bizim apartmanda oturuyordur.
Yapma ya. Medyumluk da var galiba sizde…
Oyları saydık, uzun uzun bürokratik işlemlerimizi yaptık. Gitmeye hazırım. Götürün beni memur beyler.
Götüremediler.
Ben bitirdim ama salondaki iki masa işlemini bitirememişti. Beklemeliydik.
Beklemeyle olacak iş değildi. Hadi Ayşe Sultan bir el de sen ver de bu iş bitsin.
Bitirdik. Hazırız. Hadi bizi götürün.
Sıra var kardeşim, uzun bir sıra, ne kadar önce gidersek o kadar iyi.
Memur arkadaşlar durumu merkezlerine bildirdiler… Uzun bir bekleme, 3 saat kadar ve nihayet seçim merkezindeyiz.
İnanmıyorum ya, inanmıyorum. Oynamıyorum ya.
Ya bu kuyruk bitmez, bitmez.
Binlerce insan kuyrukta, müthiş bir manzara. Hepsinin elinde birer torba. Ha bir de diğer ellerinde evraklar. Kimse torbasını bırakamıyor. Maazallah, yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik, bir de kaybedersen. Namusu kaybetmek gibi bir şey olur bu.
Tahmini 6 kilo olan bu çuval bana 100 kilo gibi geldi.
Ayakta bekliyoruz. Saatler sürecek bir bekleyiş… Bekleriz, olmazsa biraz sonra çuvalları tabure gibi de kullanabiliriz.
Kendini üzme Ayşe, her gecenin bir sabahı vardır, bitecek diyorum. Bitecek, bir gün mutlaka… Sabret…
Bir anda polis arkadaşlar etrafımızı sardı.
-Yürüyün, gidiyoruz.
-Nereye?
-Yürüyün.
Polis memurları önde, biz arkada, ellerimizde çuvallarımız yürüyoruz. Sıranın önüne kadar geldik.
Sıradakiler bağırıyor.
-Torbalılar nereye, hop, hop, hop…
-Şerefsizler nereye?
Memura diyorum ki:
-Dönelim.
-Devam edin, duymayın, size söylemiyorlar.
-Ya bize söylüyorlar.
-Sizi teslim etmek zorundayız, yarım saat sonra başka bir göreve gitmek mecburiyetindeyiz. Devam edin.
Bir anda kuyruğun başına geldik ve kuyruğun yanında bir cep oluşturduk. Kuyruk zaten karmakarışık, kuyruk zaten sinirli, kuyruk zaten yorgun…
İçeriye girmemiz mümkün değil.
Polisler arkamızda, yanımızda bir barikat oluşturdular. Durumu anlamış değilim. Arkamda Mel Gibson gibi bir polis memuru var. Habire beni itiyor.
-Yapma kardeşim, diyorum.
-Hoca hanım, bir yarma harekatı yapacağız. Ben sizi itince öne doğru kendinizi atın.
Öyle bir itti ki bir anda kendimi seçim merkezinin merdivenlerinde buldum. Bizim ekip de arkamda. Allahım içeriye girmiştik. Nasıl düşmedim, çuvalımı nasıl kaybetmedim valla bilmiyorum. Allah yardım etti.
Kuyrukta olan bütün arkadaşlardan özür diliyorum. Mecburdum, o sırada ben de emir kuluydum. Hakkınızı helal edin.
İçeride masalar kurmuşlar. Önce bir masaya gittik. Şunlar, şunlar lazım çıkarın dediler. Dediler de bize verdikleri kılavuzda bunlar yazmıyordu. İstedikleri belgeler çuvaldaydı. Çuvalda mühürlenmiş ve kapatılmıştı.
-Bulacaksınız, dediler.
O hengamede çuvalı açtım. Kim takar, mührü. İstenen evrakları buldum. Şimdi bu evrakları ve çuvalını kaybetmeden şu odaya git, dediler.
İçerisi öyle sıcak ve öyle kalabalık ki. Kimin ne yaptığı, nasıl yaptığı, hangi süratle yaptığı belli değil.
Herkes birbirine bağırıyor, herkes birbirine çarpıyor. Herkes sinirli. İtiyorlar, kakıyorlar.
Neyse odayı buldum. Bir genç kız sert bir şekilde elimdeki evrakları aldı. Mühürlerimi, evraklarımı teslim ettim. Çuvalımı hala sıkı sıkı tutuyordum. Namusumdu o benim.
Baktı baktı ve bir kağıda evrakları tamam diye yazdı.
Evrakları tamam. Evrakları tamam. Evrakları tamam.
Yukarıdaki cümleyi defalarca yazabilirim. Çünkü artık sabırlı Ayşe, sabrının son sınırına gelmiştir.
Odayı terk ettim ve derin bir nefes aldım. Allahım kurtulmuştum, başarmıştım.
Odanın dışında bir iki dakika bekledim. Beynimde bir sürü düşünce ahenkle dans etmiyordu çünkü.
Neydi bütün bu yaşananlar, neydi.
İlk kez kendimi ezik olarak düşündüm. Parya, Serf sen de kimsin…
Biz bu muameleyi hak etmiyorduk. Hak etmiyorduk. Arkadaşlarım çok doğru söylemişlerdi.
Kapıda beklerken bir anda etrafımdakileri fark ettim. Gülşen Hanım ağlıyordu, Mücella Hanım bayılmak üzereydi, elleri titriyordu, Fügen Hanım yorgunluktan bitmişti ve ben tarifi imkansız hisler içindeydim. Kapıdan çıkan:
-Başardım, kurtuldum, diye bağırıyordu.
Bunun daha kolay, bunun daha nazik, bunun daha zevkli bir şekli olmalı, olmalı, olmalı, olmalı, olmalı, olmalı, olmalı…
Zaman Okyanusu, 2004