Ans/s/ SADRAZAM

SADRAZAM

Osmanlı Devleti’nde başbakanlık görevinde bulunanlara denilmiştir.

Bu tabir, Köprülü Mehmed Paşa’nın iktidara geldiği 1656’dan itibaren yerleşmiştir. Ondan önce en büyük vezir anlamında "veziriazam" tabiri kullanılırdı. Ancak 1656’dan sonra, hatta XVIII. yüzyılda sadrazam yerine veziriazam kullanılmış XIX. yüzyıldan itibaren de tamamen bırakılmıştır.

Osmanlılarda önceleri tek vezir varken zamanla adetleri artınca, başbakan makamında olan birinci vezire "ulu veziriazam" denilmiştir. Bu kelime başka imparatorluklarda da kullanılmış ise de yalın şekilde kullanıldığı zaman yalnız Osmanlı sadrazamı anlaşılır.

Sadrazam, devletin her türlü işinden mesul en yüksek görevlidir. Padişah hariç, hanedan üyelerinin de üstündedir. Başlangıçtan sona kadar sadrazam padişahtan sonra gelen adam olmuştur. Padişah, devleti -mührünü vererek- sadrazama teslim eder. Başta hükumet ve silahlı kuvvetler olmak üzere her şeyin başı ve sorumlusudur.

Başlangıçtan 1453’e kadar veziriazam, ulema veya mülkiye sınıfından gelirdi, yani sivildi. 1453’te İstanbul’un fethi ile sadaret askeri-mülki bir görev oldu. Bu durum Tanzimat’a kadar değişmedi. Tanzimat’tan sonra daha çok siviller bu makama getirildi.

Fatih’ten önce büyük kumandanlara "beylerbeyi" denir ve bazılarına vezirlik payesi verilirdi. Vezir sayısı XVII. yüzyılda artmış, 40-50’yi bulmuştur. Zira eyaletlerin yarısından çoğuna zamanla vezir payesinde beylerbeyiler gönderilmeye başlanmıştır.

Önce tek vezir vardı, bu da veziriazam, yani sadrazamdı. Yıldırım Bayezid zamanında (1389-1402) vezir, Çandarlızade Ali Paşa idi. Yıldırım, beylerbeylerinden Timurtaş Paşa’ya vezaret payesi verince. Ali Paşa’ya da "veziriazam" dendi. Sonradan vezir sayısı her devirde imparatorluk genişledikçe arttı.

Osmanlı devlet teşkilatı, bir vatandaşı en çok sadrazamlığa kadar yükseltirdi. Padişah olmak için Osman Gazi’nin kanından ve erkek neslinden gelmek şarttı. Şehzade olmayanlar padişahın kızlarından doğan torunları da padişahlığa gelemezdi.

Osmanlılarda Avrupa’da olduğu gibi başbakanlığa yükselmek için herhangi bir asalet payesi taşımak gibi bir şart yoktu.

Sadrazam devletin en yüksek görevlisi olduğu için en yüksek maaşı da o alırdı.

Devletin henüz cihan imparatorluğu yolunda bulunduğu bir sırada (mesela Candaroğlu İbrahim Paşa (1438-1453) sadrazam, maaşıyla günde 600 fakiri doyurabiliyordu.

Osmanlılarda sadrazam ve vezir, devletin otoritesinin, saltanatın, özellikle padişahın temsilcisi idi. Padişah ihtişamdan mahrum vezirleri, devlet haysiyetine aykırı bulduğu ve kendisini de temsil ettiği için, azarlar ve varlıklı olmayanları varlıklı kılmaya çalışırdı.

Padişah veya Divan-ı Hümayun, beğenmediği vezirin kellesini, dünyanın öbür ucunda bile basit bir fermanla almaya ve malını hazineye aktarmaya muktedirdi. Hiçbir vezirin şahsi ordusu yoktu.

Fatih, hanedanın yanında bir de vezaret-i uzma (sadaret) hanedanının türediğini ve Osmanoğulları ile paralel gittiğini gördüğü an, Candanlarını yok etmiştir. Devletin kuruluşuna hanedan kadar hizmet etmiş Candarlı ailesi padişahın iradesi karşısında en küçük bir ses çıkartamamıştır. Fatih, devletin cihan imparatorluğuna gittiğini görüp, ikinci bir iktidar ve kudret kaynağının doğmasının tehlikeli olacağını ve devlet çok geniş bir imparatorluk halini alınca, merkezi tek otorite olmaksızın, az zamanda dağılacağını çok iyi bildiği için Bizans’tan rüşvet aldığı bahanesiyle Candarlı Halil Paşa’yı ortadan kaldırmıştır. Böylece merkezi otoriteyi kurmuş, saltanattaki kardeş kavgalarını da ortadan kaldırmak için kanunnamesini hazırlamıştır.

XVI. yüzyılda veziriazamın yıllık geliri 720 milyon akçe idi. Bu miktar veziriazamın şahsi maaşı değildi. Maiyetinde bulunan kalabalık personelin geçimleri de bu para ile temin ediliyordu.

Sadrazamlar servetlerini bu göreve getirildiklerinde kendilerine verilen yüksek gelirli haslarla sağlarlardı. Tanzimat’tan sonra bu usul kaldırılmış, sadrazam ve vezirlere altın üzerinden maaş verilmeye başlanmıştır. Avrupa hükümdarları, Doğu hükümdarları, tabi hükümdarlar, padişaha hediye yollarlarken mutlaka sadrazama da çok değerli şeyler gönderirlerdi.

II.Abdülhamid devrinde resmi vesikalara geçmemiş bir konu daha vardır. Sadrazam, şeyhülislam, serasker ve çok gözde olan yahut önemli makamlar

işgal eden bazı nazırlar maaşları kadar da padişahtan özel ve bir bakıma gizli para alırlardı. Bu padişah ihsanı da aylıktı ve gününü geçirmezdi.

1908 Meşrutiyeti’nden sonra maaşlar indirildi. Ayrıca zamanın getirdiği ağır mali şartlardan dolayı padişah ihsanları da kesildi. Padişahın hatt-ı hümayunu resmen, açık olarak, halk önünde, askeri ve dini törenle okunmakla bir vezir, sadrazam olmuş sayılırdı. İmparatorluğun düşmesine kadar bu böyle sürdü. "Sadaret alayı" denilen sadrazamın sarayından (Tanzimat’tan sonra konağından) alınarak Babıali’ye getirilmesi merasimi, halk tarafından ilgiyle seyredilirdi.

III.Murad’ın cülusuna (22 Aralık 1574) kadar veziriazam padişahın elini öperdi. Fatih, Yavuz, Kanuni gibi cihan tarihinin en büyük hükümdarları hep el öptürmüşlerdir, İlk olarak III. Murad, babası II. Selim’in ölümünü resmen haber alıp vali bulunduğu Manisa’dan İstanbul’a gelerek, Topkapı Sarayı’na sahilden çıktığı zaman, Sokullu Mehmed Paşa, protokolü bozdu ve padişahı etekleyerek eteğini öptü Bu suretle kanun değişmiş oldu. Bundan sonra veziriazamlar etek öpmeye başladılar.

Bu noktada da 5 Ağustos 1650’de büyük bir protokol değişikliği oldu. Bu tarihte Damad Melek Ahmed Paşa veziriazam olarak ilk defa huzur-ı hümayuna çıktı. 9 yaşındaki IV. Mehmed’in tahtının karşısında, asırlardan beri sadrazamların padişahla konuşurken oturdukları iskemle konulmuştu. Melek Paşa, çekinerek oturmayıp ayakta konuştu. Bundan böyle de kanun değişti. Sadrazamlar, ancak ayakta padişaha maruzatta bulunmaya başladılar.

Bu durum da Tanzimat’tan (1839) sonra değişti. Sadrazamlar etek öpmekten vazgeçtiler, yalnız yerden temenna ederek padişahı selamladılar. Konuşmalar da karşılıklı oturarak yapılırdı. Bazı vezirlerin yeri öptüklerini gören II. Abdülhamid bu durumu de kesin olarak yasaklamıştı.

Klasik devirde Topkapı Sarayı’nın Orta (İkinci) Kapı’dan itibaren başlayan yerinde iki yol vardı. Birine "padişah yolu", diğerine "vezir yolu" denilirdi. Bu iki yoldan yalnız padişah ve veziriazam geçerdi.

Sadrazam, sancak beyi (mir-i liva: Tümgeneral) payesinden itibaren görevlileri kabul eder ve uğurlarken ayağa kalkar, fakat yerinden kıpırdamazdı. Yalnız vezir ve kazasker payesinde olanları (mareşale eşit rütbeler), salonun tam ortasına kadar ilerleyerek kabul eder, teşyi ederken de salonun yine tam ortasına kadar gelirdi.

Padişahınki gibi, sadrazamın da bayram merasimleri vardı. Sadaret muayedesi de önemliydi. Önce kazaskerler, sadrazamın elini öperek bayramını tebrik eder, sonra da diğer devlet ileri gelenleri gelirdi.

Daha birçok protokol arasında sadrazamların saraylarda oturmaları (Tanzimat’a kadar) şahsına ait bölüklerin bulunması da sayılabilir.

Barışta padişah namına ordunun bütün işlerinden sorumlu olan sadrazam, savaşta da bizzat başkumandanlık edebilirdi. Savaşta başkumandanlık görevini üstlenen veziriazamlara serdar-ı ekrem denirdi.

İlk dönemlerde padişahların hepsi, ordularına başkumandanlık etmiş, zaferler kazandırmış bizzat imparatorluğu ve cihan devletlerini kurmuş, büyük askerlerdi. Bu gelenek 1566’da Kanuni’nin ölümünden sonra bozuldu. Bu geleneği bozan da Sokullu Mehmed Paşa’dır. Sokullu, padişahı sefere göndermediği gibi kendisi de gitmezdi. II. Selim ile birlikte sefere katılmamak bir gelenek halini aldı. II. Osman ile IV. Murad’ın gayretleri bunu değiştiremedi. En son II. Mustafa, Almanya üzerine 3 sefere bizzat başkumandanlık etti. II. Mahmud gibi askerleriyle beraber kışlada yaşayan padişahlar varsa da, hiçbiri cepheye gitmedi.

Böylece orduya başkumandanlık eden sadrazamların önemi XVIII. yüzyıldan itibaren iyice arttı. Tanzimat’tan sonra sadrazamlar sivil olduğu için serdar-ı ekrem de çıkmadı. Sadrazam, "serdar-ı ekrem" sıfatını taşıdığı sürece padişahın kudretine sahipti ve sözü kanundu. Bu yetkiyi padişah adına kullanırdı. Padişah gerekli görürse serdar-ı ekreme kendi mührünü bastığı beyaz kağıtlar verirdi. Bu kağıtları serdardan başkasının kullanması kesin şekilde yasak ve düşünülebilinen en ağır suçlar içerisindeydi.

Zaferle dönen serdar-ı ekremler, büyük merasimlerle karşılanırlardı. Padişah serdar-ı ekremi murassa kılıç, bazen mücevherli celeng ve başka değerli hediyeler ile mükafatlandırırdı.

XVII. yüzyıla kadar sadrazamların çoğu başkumandanlık yapmıştır.