YAZ / GENÇ KIZLARA İTHAF OLUNUR

GENÇ KIZLARA İTHAF OLUNUR

Ramazan’da insan bir tuhaf oluyor. Bütün gün boyu ruh gibi geziyorum. Öyle:
-Ben çok kolay oruç tutuyorum,
-Bana dokunmuyor, demeyin,
Yoksa sizi kıskanırım.
Öğlene kadar iyiyim. Öğleden sonra bütün tiryakiliklerim bir bir hatrımı soruyor. Yeni açılmış kahvenin kokusunu duymamak mümkün değil.
Hele iftardan sonra.
Ne güzeldir iftardan sonra şöyle bir koltuğa kurulup, ufak bir şekerleme yapmak.
Bütün gece de miskin miskin bir yerlerde pinekliyorum. Yok öyle Ramazan eğlenceleri için Feshane’ye gitmek falan. Bana göre değil. Biraz durgun geçsin istiyorum, bu önemli ay.
Genelde Ramazanlarda gece bir yerlere gitmek de bana göre değil. Bir itiraf da yapalım, kusura bakmayın, misafir bile gelmesini istemiyorum. Dedim ya biraz durgun geçsin istiyorum, on bir ayın sultanı.
Ama geçen gece öyle olmadı, birden, tam da pijamalarımı giymişken, birisi, doğru düzgün de tanımadığım birisi kapımızı çaldı, Tanrı misafiri misali.
Açtık kapıyı tabii ki. Ev bir anda toparlandı, pijamalar son sürat yatağın üzerine atıldı ve sanki misafir bekliyormuşçasına oturma odasına geçildi.
İlk başta ne yalan söyleyeyim biraz sıkıldım, çok konuşuyor ya bu misafir.
Misafir de misafirliğini bilmeli, ikram edileni yiyip içmeli ve mümkünse ev sahibinin anlattıklarına kibarca başını öne eğerek tasdik etmeli. Tabii bu durum Ramazan için geçerli…
Başka gün olsa konuşsun, sabaha kadar dinlerim ama lafı da çok uzattı bu misafir.
Konu konuyu açtı. Birden antenlerim açıldı, çünkü misafir çok güzel bir hikayeye başlamıştı. Deyim yerinde ise ağzımın suları akarak dinlemeye başladım.
İster misiniz, sizinle de paylaşayım bu hikayeyi.
Hayır, demek yok yazacağım ve siz mecburen okuyacaksınız. İster misiniz sözünü de kibarlık olsun diye yazdıydım…
Başlayalım…
Beykoz’da bir köşk varmış. Muhteşem bir köşk. Üç dönüm de bahçesi var. Eski bir İstanbul hanımefendisine aitmiş bu köşk. Adını vermeyeceğim. Bende saklı kalsın…
Evde on iki hizmetli çalışıyormuş. Hanım zengin, bu arada yedinci kocası ile yaşıyormuş evde…
On bir hizmetli evin bölümlerini paylaşmışlar. Yalnız biri farklı imiş. O hanımın odasını temizliyormuş. Hanımın haremi onun dışında bütün hizmetlilere yasakmış.
Misafirimiz de Beykoz’da oturuyor. Evin bu durumundan haberdarmış. Merak eder dururmuş.
Gel zaman git zaman hanımefendi Cennet’e yolculuğa çıkmış. Mirasçıları evi satmışlar. Bizim meraklı misafir de evi alacaklı gibi ziyarete gitmiş. Bütün amacı hanımın haremini gezmekmiş. Ne varmış ki burada sadece bir hizmetli bu odaya girebiliyormuş.
Alıcı gibi girdiği evin önce diğer bölümlerini gezmiş. Sıra hareme gelmiş.
Kırk metrekare bir oda. Ortada bir yatak var. Yatağın iki yanında küçük iki komidin. Yatağın solunda giyinmek için bir paravan. Yatağın karşısında büyük bir gardırop. Gardırobun yanında bir kapı varmış, banyo kapısı. Pencerenin altında yanyana iki şifonyer…Bizimki merakla bakarken içeriye bir hizmetli girmiş:
-Sen aslında bu evi almaya gelmedin merak yaptın, değil mi demiş.
Bu Ermeni hizmetli aslında odayı temizleyen kadınmış.
Bizimkisi:
-Evet, odanın esrarını merak ettim, demiş.
-Herkes bu odayı gezmeye geliyor, anlamıştım, demiş. Ve eklemiş:
-Ne iş yaparsın?
Bizimkisi:
-Gazeteciyim, demiş.
Hizmetli:
-Gördün işte, bir şey yok. Herkesin sahip olabileceği bir oda.
Bizimkisi sormuş:
-Neden hanım, odasına kimseyi sokmazdı, diye sormuş?
-Kimseyi sokmazdı, bu oda onun özel yaşama alanıydı, özeliydi yani.
Ve eklemiş:
-Bak sana anlatayım, madem gazetecisin… Her sabah odaya girerdim ve temizlik yapardım. Her gün bu odayı sildim ama bir kere olsun, hanımın yatağını toplamadım. Yatağını mutlaka kendi toplardı , çarşaflarını mutlaka kendi değiştirirdi. İşimi bitirdikten sonra da odadan çıkar ve çağırmadıkça bir daha odaya girmezdim.
Bizim gazeteci şaşkın, günümüzü düşününce, ilginç gelmiş hanımın yaptıkları.
Hizmetli yine konuşmaya başlamış:
-Bak sana ilginç bir şey daha göstereyim.
Pencerenin yanına doğru yürümüş ve yanyana duran şifonyerlerden birisini açmış. Şifonyerin rafı yok. İçinden bir kalorifer borusu geçiyor. Boruya özel bir düzenek yapılmış. Çamaşır askısı gibi bir şey. Dört telli.
Hizmetli:
-Bak gazeteci bu şifonyeri açmak bana yasaktı. Çünkü hanımım iç çamaşırlarını kendisi yıkar ve bu şifonyerin içine asar ve kuruturdu.
-Diğer şifonyeri açmak da bana yasaktı. Onda da kuruttuğu iç çamaşırlarını saklardı.

Şöyle geçmişten günümüze bir yolculuk yaptım. Ne büyük bir hassasiyet bu. Aslında doğru olan onun yaptığıydı, çünkü o bir İstanbul hanımefendisiydi, bir İstanbulluydu.

Bu yazı, günümüzde alt ve üst iç çamaşırlarını ne kadar daha fazla gösterebiliriz diye uğraşan genç kızlarımıza ithaf olunur…

Ayşe Tulun, 28 Ekim 2004