YAZ / 28 MART

28 MART

3 Kasım seçimlerini yazdık, şimdi 28 Mart’ı yazmazsam, valla ayıp olur. 28 Mart seçimleri bunun hesabını benden sorabilir. Mesela ne diyebilir:
-Biz daha önemliydik, yazmadı, çok ayıp etti, veya
-Halbuki biz daha ilginçtik, yazsa iyi olurdu…
Neyse sözün özü: 28 Mart seçimleri
Yine seçim kartları dağıtılıyor, sandık başkanı olmak zorundayız. Öğretmenleri seçmeleri bi garip ama mecburen kabul ediyoruz. İtiraz hakkımız yok. Ya birine devredeceksin, alan olursa tabii, ya da heyet raporu alacaksın.
Bende itiraz yok, yine yaşamalıyım o anları. Ama bu sefer biraz korkuyorum, çünkü 3 Kasım’ın tadı hala damağımda.
Herkes görevini devredebilmek için birilerini arıyor, bulduğunda da mal bulmuş mağribiye dönüyor, bir sevinç, bir sevinç ki sormayın gitsin.
Ben devretmedim, dedim ya anı yaşamalıyım.
24 Martta Galatasaray Üniversitesinde seminer var. Bu seferki seçim biraz zor, İl Belediye Başkanı, İlçe Belediye Başkanı, İl Genel Meclisi, İlçe Meclisi ve Muhtar, bi de Muhtar heyeti.
Uzun bir seçim olacak besbelli.
Seminer çok modern, film seyrediyoruz. Yapacağımız işler tek tek anlatılıyor. Bir uykum geldi ki…
Neyse seminerin sonlarına geldik uyumayalım.
Filmdeki sandık başkanı anlatıyor:
-Sandık başkanı seçim bittikten sonra mürekkebi itinayla çöp tenekesine atar… Bunu bile gösteriyorlar. Bak bu eylemi unutursam hapı yuttum, mürekkebi mutlaka ben, itinayla çöpe atmalıyım.
Neyse…
Birden herkes semineri terketmeye başladı, ben soruyorum:
-Ne var, ne oldu?
-Torbalarını almak için gidiyorlar.
-Ya gideriz., daha film bitmedi.
-İstersen sen kal, biz gidiyoruz.
E, bu söz üzerine ben de ısıttığım koltuğumdan kalktım ve hızla Ziya Kalkavan Lisesi’ne doğru gitmeye başladık. Öğretmenlerin bir çoğu hızlı adımlarla, bir kısmı da koşarak gidiyordu, sıra kapmak için.
Ne gerek var, falan derken lisenin bahçesine geldik.
Amanın ne kuyruk bu böyle… Duyan gelmiş…
Kavgalar, atışmalar ile torbalarımızı aldık. Üç torba… Tartmadım ama taşıması oldukça zor.
Yüklendik torbaları… Sokakta bir sürü Noel Baba.
Şu gazeteciler çok gereksiz haberleri bile yayınlıyorlar, çekseler ya halimizi, gösterseler ya ve deseler ya:
-İşte bunlar bizim eğitimli, üniversite mezunu hamallarımız, diye.
Deseler ya:
-Biz işte memurlarımızı böyle ezeriz ve onlar hiç ses çıkarmazlar, diye…
Ya da içlerinden birkaç tane babayiğit çıksa da:
-Ayıptır, bu yapılmaz, hiçbir ülke öğretmenine bu şekilde muamele etmez, dese ve bu durumu bir tartışma programında dile getirse, çözüm arasa…
Yok mudur bu işin kolay bir yanı, yok mudur?
Vardır ama neden böyle yaparlar anlamam.
Sebep biraz da biziz. Çünkü hiçbir şeye ses çıkarmıyoruz. Kuzu kuzu alıyoruz torbaları ve yüklenip götürüyoruz eve. Oradaki diyelim ki toplam bin öğretmen:
-Biz bunları almıyoruz, okula getirin dese ve almakta dirense, mutlaka okula getirirler ama biz nedense kuzu kuzu evet diyoruz.
Basiret bağlanması mı yoksa, sağ duyu mu yoksa pısırıklık mı bilemiyorum…
Neyse…
Torbaları eve getirdim, bir de bu torbaların iyi saklanması lazım, çaldırmamak gerekir.
Çaldırdığında, ay, bilemiyorum ama git kendine açık bir cezaevi bul, yer göstermeseler de olur.
Çuvalları arabanın bagajında bile bırakmadım, maazallah arabayı çalarlar, çuvallar da gider.
Bakın ne durumdayım, arabanın çalınması önemli değil, önemli olan çuvallar.
Çuvalları salonda baş köşeye koydum. Gözümün önünde olmalı, öyle başka bir odada, kıyılarda, köşelerde kalamaz. Nasıl olsa Pazar günü ondan kurtulacağım.
27 Mart günü okuldaki seçim bölgeme gittim. Sandıklarımı gördüm. Benden önce üyelerden biri gelmiş, üstelik bu üye erkekmiş de ve bir güzel seçim bölgesini düzenlemiş. Allah razı olsun.
Her şey hazır, eve dönmeli ve iyi bir dinlenmeliyim.
Okuldan çıkıyorken, arkadaşlardan biri:
-Seçim bölgesi düzenlendi diye seçim bürosuna bir tutanak yazmamız lazım. Bu gün 15.00’e kadar götürmeliyiz.
Ya neden, neden?
Ben eve gitmek istiyorum. Seçim bölgesinin bir yöneticisi var, bina başkanı. O götüremez mi? Diyemez mi:
-Binamızda her şey tamamdır.
İlla hepimiz ayrı ayrı mı gideceğiz.
Bize birkaç kuruş para verecekler ya, bilmem kaç ay sonra, uzun kuyruklardan sonra, onun için çalıştırabildiğin kadar çalıştır.
Neyse, biz Türküz, bunu da kuzu kuzu yaparız.
Neyse…
28 Mart sabahı saat 06.00’da uyandım. İyi bir kahvaltı yaptım, cicilerimi giydim. Kolay değil, sandık başkanıyız ya. Ne olursa olsun, başkanız ya.
Saat 07.00’da seçim bölgemdeyim. Kimse yok. Torbalarımı açmaya başladım, üyelerim gelmese bile seçimi saat 08.00’de başlatmam lazım.
Biraz sonra bir bayan geldi, güzel, biraz sonra bir bey, biraz sonra eski bir öğrencim, biraz sonra genç bir kız, biraz sonra bir delikanlı. Takım tamam.
İş bölümü yapmalıyım. Zarflar, oy pusulaları sayılacak, kim ne yapmalı o anlatılacak falan filan.
Saat 07.30’da benden sonra gelen bayan, baktım gidiyor:
-Nereye?
-Şu binaların arkasında bi arkadaşım var, börek yapmış beni çağırdı, gidip kahvaltı yapayım, gelirim.
Önce çok kibar bir şekilde:
-Üyeler binayı terkedemezler, ancak sigara içmek, tuvalet ihtiyaçları ve yemek için kantine gidebilirler.
Bayan gidiyor:
-Tabi gidebilirsiniz de ama hakkınızda tutanak tutmak zorundayım, bir daha dönmeseniz de olur.
Aslında ipler kopmuştu bir kere, gitse ve geri dönmese daha iyi olur.
Bayan, ihtarımın üzerine geri döndü ama suratından düşen bin parça:
-Siz de seçim işini amma ciddiye aldınız, üstelik böyle kızmanıza da gerek yok, dedi.
Neyse, atlattık, iş büyümedi.
Evraklarımız sayıldı, herkes yerini aldı ve seçim başladı.
Bizim seçmenlerimiz iyi, karı koca geliyorlar, bir de eğitimli insanlar, zorluk çıkarmadan oylarını kullanıp gidiyorlar. Ayrıca giderken:
-Ülkemiz için hayırlı olsun, demeyi de ihmal etmiyorlar.
Tek bir problemimiz var. O da, üyelerimizden olan iki genç kızın çekişmesi. İki muhtar adayımız var, ikisi de bayan. Bu genç kızlar muhtar adaylarının elemanları. İkide bir muhtar adaylarının basılı kağıtlarını eksilmiş mi, bitmiş mi, yerimi değişmiş, kontrol ediyorlar. Hareketli bir çekişme. Bazen seçmen oyunu kullanırken de onların yanına gitmeye çalıştılar, başlangıçta kararlı bir şekilde, böyle bir hareketin çok yanlış olduğunu onlara anlatınca bi daha yapmadılar. Zaten birisi öğrencim.
Saat 13.00 civarında iyice acıktık. Zaten sabahın köründe, daha kargalar kahve altılarını yapmadan bir şeyler yemiştik.
Nasıl olsa partililer bir şeyler getirirdi, yemek için bir şeyler ısmarlamaya, kantinden bir şeyler almaya gerek yoktu.
Derken bir partili geldi:
-…. Partisinden kim var burada?
O partiden olana verdi yemeği çekti gitti.
Biraz sonra bir partili daha gelip aynı sahneyi yeniden oynadı.
E, bize de getirirler canım, biraz bekleyelim.
Ya, getirmediler.
Artık kantinden bir şeyler almanın tam sırası derken, üyelerden biri kantinin kapalı olduğunu söyledi. E, şapa oturduk.
Saat 15.00 civarı evi aradım, iyi ki kızım var:
-Şebo, bize yiyecek bir şeyler getir, bu gün bizi sen doyur, 4 kişilik yiyecek, 6 kişilik içecek getir ama bol olsun. Tatlı, çikolata falan da olsun.
Canım, biraz sonra seçim bölgemizi yemeğe boğdu.
Karnımız doymuştu.
Bunu niye anlattım.
Ya parti kendi adamına yiyecek getiriyor, devlet bize yiyecek getirmiyor. Birer tost bile olabilirdi.
Günlerden Pazar, bizim gibi etrafında hiçbir şey olmayan bir okulda yiyecek ne bulabilirsiniz ki.
Bu da düşünülmeli, ince bir ayrıntı değil, önemli bir ayrıntı. Çünkü görev süremiz çok uzun. Akşam üstü eve gitmeyeceğiz ki, belki de sabaha kadar çalışma devam edecek.
Neyse…
Bu arada seçime katılım oranı oldukça az, 281 seçmenim var, daha 70 kişi geldi.
Saat 15.00’ten sonra evraklarımı hazırlamaya başladım.
Çok bilmiş bayan yine işe karıştı:
-Ne gerek var, seçim bitsin, hep beraber yaparız.
Elbette yaparız da, şimdi boş oturuyoruz. Bir an önce işlemleri bitireyim, doldurulacak o kadar çok evrak var ki. Bir de her evrakın altında altı kişinin adı ve imzası. Kaç yüz tane imza attığınızı sayamazsınız bile, hobinizse sayın canım, size karışan yok.
Yani kısacası, sadece oyları sayacağız ve partilerin karşısına kaç oy aldıklarını yazacağız.
Saat 17.00’ye gelirken işlemleri bitirmiştim. Yani yaklaşık iki saattir yazıyor, çiziyordum.
Neyse…
Seçim süresi bitti.
Ben yine heyecanlandım, içim kıpır kıpır.
Hem inşallah hata yapmamışızdır, diye dua ediyorum, hem de sonuçta kim kazanacak, diye merak içindeydim.
Tek tek bütün oy pusulaları sayıldı, eksik yoktu, her şey düzgün bir şekilde bitirilmişti.
Benim bilmiş bayanım yine konuşmaya başladı:
-Herkes bitirdi, bir tek biz kaldık, çabuk olun.
O kadar hızlı yapıyorduk ki, bundan hızlısı olmazdı, zaten her şeyi hazırlamıştım. Sayıyoruz ve sadece rakamları yazıyorduk.
İşlemler bitirildi, hazırız.
Etrafı toparlıyorum, üyelere teşekkür ettim, bir kısmı hazırlanıyor, o sırada müdür bey odamıza geldi:
-Ne yapıyorsunuz?
-Bitirdik, şimdi torbalarla geliyorum.
-Ayşe Hanım, bravo, birincisiniz, arkadaşların bir çoğu daha sandıkları bile açmadılar.
-Efendim.
-Evet, bir kısmı yemek yedi, bir kısmı da evraklarını doldurmaya başladı. Siz nasıl yaptınız?
-Müdür bey, saat üçten beri hazırlık yapıyorum.
Neyse…
Torbaları aldım, okulun giriş katına doğru inmeye başladım. Koridordan yürürken gördüğüm manzara çok kötüydü. Arkadaşlarımız daha yeni sandıklarını açıyorlardı.
Giriş katında, bir sandalye buldum, torbalarımı yanıma alarak bölgeye yerleştim.
Bir bayan daha geldi. Aslında birinci ben değilmişim, arkadaş benden önce bitirmiş. Çok sevindim, demek ki herkes çabuk bitirecek.
Arkadaşla başladık sohbete. Ha bu arada bizim oy sayma işlemimiz, saat beşten yediye kadar sürmüştü.
Arkadaş biyoloji öğretmeni imiş. Evli, iki çocuk sahibi, çok hoş bir insan.
Polislere:
-Bizi götürün, bitirdik, dedik.
-Götüremeyiz. Bakın dışarıda bir minibüs var, herkes onunla gidecek.
Ya nasıl olur falan desek de polisler herkesi götürmekte kararlıydılar.
Neyse…
Biyoloji öğretmeni arkadaş:
-Hoca Hanım bu çuvalları mühürlememişsiniz.
Polis lafa karışıyor:
-Evet, çuvallar mühürlendikten sonra, siz ve çuvallarınız bize zimmetlenmiş oluyorsunuz.
Öyle mi, demek ki ha çuval, ha ben ne farkeder. Zimmetliyiz işte.
Çuvalları mühürlemek istemiyorum, çünkü geçen seçimlerde mühürlü çuvalları açmak zorunda kalmıştım. Seçim bürosu çuvallardan yeni bir şey istemişti, bize söylemedikleri bir şeyi, son anda karar verdikleri bir şeyi veya daha önceden bize söylemeyi unuttukları bir şeyi.
-Arkadaşım ben mühürlemeyeceğim, geçen seçimlerde çuvalları açtırdılar. Mühürler yanımda, orada mühürlerim.
-Sen bilirsin.
Polis lafa karışıyor:
-Hocanım mühürlemeniz lazım. Mühürsüz kabul etmezler.
-Geçen seçimlerde çuvalları açtırdılar. Mühür ve o kırmızı mum, özel ismi nedir bilmiyorum, bir daha çok zor açılıyor, ipleri yakmak zorunda kalmıştım. Bu sefer orada mühürlemek istiyorum.
Yaşıma hürmeten şimdilik bir şey söylemediler, sağdan soldan, ortadan, seçimlerden, konuşmalar devam etti. Bu arada zaman da geçiyordu.
Bekledik, tam dört saat…
Neyse…
Arkadaşlarımız işlerini bitirdiler ve bir bir torbaları ile yanımıza gelmeye başladılar.
Polis:
-Torbalarınızı mühürleyin, komutunu verdi.
Benim gibi bir çok arkadaş mühürlememişti, kimisi unutmuş, kimisi benim gibi düşünmüştü.
Ama polis mühürlememiz için ısrar ediyordu. Mühürledik.
Neyse…
Saat 23.00 civarında minibüsle seçim bürosuna doğru gitmeye başladık. Bu seçimlerde daha kolay olsun diye belediyenin yemekhanesine bir sistem kurmuşlar, çabuk teslimat olsun diye. Herhalde çabuk teslim ederiz.
Minibüsten son sürat indim, kuyruğa girmem lazım, burada artık her adım çok önemli. Çünkü her adım en az yarım saat demek.
Yemekhaneni olduğu bölüme geldik, oynamıyorum ya, oynamıyorum…
Belki iki bin kişi torbaları ile birlikte karmakarışık bir şekilde, sırt sırta bir koridorda bekliyorlar.
Biz de onların arasına katıldık.
Ya yok mu bunun kolay bir yolu. Yok mu?
Vardır, mutlaka vardır.
Mesela biz okulda bekleseydik. Çuvallarımızı o minibüs götürüp seçim bürosuna teslim etseydi, okuldan bir kişi de mesela bina sorumlusu gidip evraklarımızı toplu olarak teslim etseydi, polis refakatinde. Olamaz mıydı yani, ne gerek var onca insanı oraya yığmaya.
Neyse…
Polis geniş koridorun önünü arabasıyla kesmiş, iki üç tane polis bağıra çağıra bir şeyler söylüyorlar. Duymaya çalışıyorum:
-Mecidiyeköy’den iki kişi gelsin.
Gelsin de adamlar ta arkada, nasıl gelecekler.
-Konaklar’dan iki kişi gelsin.
Ben Konaklardanım ama önümde bin kişi var belki, nasıl gelebilirim, bir de bu insanların torbaları var. Yani yaklaşık üç bin torba…
Tam bir saat o karışık bölgede aynı noktada bekledim. Torbalarımız yerlerde.
Bu iki saat içindeki en önemli olay bir seçim görevlisinin, teslim edeceğimiz evrakları okumasıydı.
-İmzalı, seçim listesini de hazırlayın.
Hazırlayalım da bu listeler çuvallarda, çuvallar da mühürlü.
Haklı çıkmak istemiyordum, istemiyordum ama tecrübelerim yanılmıyordu. O kadar kişi, o kargaşa içinde çuvallarını açıp, listelerini bulmaya çalıştılar. Bi ara yanık kokusu geldi, eyvah, yanıyoruz, dedim. Herkes mühürlü iplerini çakmaklar ile yakmaya çalışıyordu. E, binlerce kişi ip yakarsa yanık kokusu olur tabii ki.
Polis arkadaşlar bize yardım etmek zorundaydı, onlara söylemiştim, onlar bana zorla mühür yaptırmışlardı.
Yoksa ben bu kuyrukta mühürlemek istiyordum, sevgili çuvallarımı.
Neyse…
Birden bir seçim görevlisi:
-Sizleri iç bahçeye alacağız, semtinize göre sıraya girin, yani Mecidiyeköy grubu bir kuyruk oluştursun, Gayrettepe bir başka kuyruk, bu koridoru biraz rahatlatalım.
Güzel…
Güzel de koridorun üzeri kapalıydı, beklemek sıkıcı da olsa zor değildi, torbalarımız yerdeydi.
İç bahçenin üstü açık ve yağmur yağıyor.
İç bahçede uzun kuyruklar oluşturduk, bekleriz.
Neyse…
Polisler seçim bürosunun önünde bir barikat yapmışlar, kendilerinden, kimseyi binaya yaklaştırmıyorlar.
Uzunca bir süre yani tam dört saat aynı noktada, yağmur altında bekliyoruz.
Torbaları yere koymak mümkün değil, ıslanacaklar, torbalar bez, içindeki evraklar kağıt.
Herkes Noel Baba gibi torbaları yüklendi.
Bu dört saat içinde ağlayanlar, bağıranlar, kavga edenler, çok cümbüşlü dört saat.
Bir ara öğretmenler karar verdiler, torbaları bırakıp gidelim diye… Ben razıyım, torbalar burada, polisler de var, kimse onlara bir şey yapamaz, nasıl olsa içeriye alacaklar. Çekip gidelim. Polis bunu anlayınca bir anons yaptı:
-Torbaları bırakamazsınız, sizleri tutuklarız.
Arkadaşlar hep bir ağızdan bağırıyorlar:
-Razıyız, bir iki ay yatarız, iyi olur, dinleniriz.
Böyle diyoruz ama yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik, işi bitirelim.
Bir öğretmen ağlıyor:
-Biz bunları hak etmiyoruz, çok kötü muamele bu, hiçbir millet eğitimli halkına böyle bir şey yapmaz, hele öğretmenlerine hiç yapmaz.
İnanın bir kamera olsa ve bizleri çekse dünya ajanslarında bir numaralı haber olur, öyle sefil duruyoruz ki.
Hepimiz ıslandık, yorulduk, bir çoğumuz aç…
Grup yavaş yavaş, karınca adımları ile binaya doğru yaklaşıyor.
Polisler birden hareketlendi:
-Destek gelsin, Çelik kuvvet, destek.
Ne oluyor derken polisler kol kola girdiler ve bizi geriye doğru itmeye başladılar aynı zamanda da bağırıyorlardı:
-Geri, geriye.
Yaşlıca bir öğretmen:
-Gitmezsek ne yapacaksınız, bizi dövecek misiniz? Diye sordu.
Polis cevap veremedi.
Öğretmen devam etti:
-Oğlum, bizler öğretmenleriz,. Sizleri bu günler için mi eğittik, sakın ha sakın. Kulağını çekmekle kalmam.
Polisler üzgün bir şekilde bakıyorlar:
-Binayı korumamız lazım, verilen emirleri uyguluyoruz.
Eğer polis biraz daha ileriye gitseydi, öğretmenler ile polis arasında büyük bir arbede yaşanacaktı.
Arkadan bir genç bayan öğretmen bağırdı:
-Bakın asabımızı iyice bozdunuz, çuvalları açarım, dağıtırım yağmurda görürsünüz, nasıl olsa size zimmetli.
Polisler baktılar ki öğretmenler ile baş edemeyecekler, müdürlerini çağırdılar.
Müdürleri elinde megafonla konuşmaya başladı:
-Arkadaşlar, siz koyun musunuz…
Sözü bir anda kesildi, bayan öğretmenlerden biri:
-Ne demek koyun musunuz, bir de hakaret etmeyin bari.
-Hakaret etmiyorum, siz niye üstünüze alındınız ki?
-Biz koyun muyuz, koyunsak siz de çobansınız.
Polis müdürü:
-Ne biçim cümle bu… derken, öğretmen arkadaş cevabı patlattı:
-Niye üstünüze alınıyorsunuz ki.
İş büyüyor, sinirler iyice gerildi.
Aslında kuyruğu doğru düzgün idare etseler, sabaha kadar insan bekler ama bazı semtler ve okullar var ki bunlar torpilli. Polis getiriyor on kişilik bir grubu siz sıradayken, içeriye sokuyor.
İyice asabım bozuldu.
Bir ara yanımda duran, daha önce farketmediğim genç bir polis memuru, bana, bağıra bağıra:
-Karınca gibi yavaş yavaş binaya yürümeye devam ediyorsun, söylenenleri duymuyor musun? Dedi. Bana dedi. Bana. Zaten ipler gergin, sinirler feci durumda.
-Bi dakka, ben devlet memuruyum, bana böyle bağıramazsın, dedim.
Üniformalı polis memuru bağırmaya devam ediyordu:
-Adamların işlerini zorlaştırıyorsunuz, siz zaten hep böylesiniz.
Bende ipler gergin demiştim ama bu andan itibaren ip falan kalmadı, ben de başladım bağırmaya. Hatırladıklarım şunlar:
-Sizleri biz eğitiyoruz, cart cart geçiyorsunuz, doğru düzgün eğitim almadan, sonra gelip utanmadan bizimle böyle konuşma cesaretini buluyorsunuz. Ellerim kırılsaydı da iyi not vermeseydim, belki de sen kurulla geçmişsindir………
Ne söylediğimi tam olarak hatırlamıyorum, işte böyle bir şeylerdi.
Genç polis de bana cevap veriyor, cevap verdikçe ben daha çok kuduruyordum.
Bir ara susmaya karar verdim. Ya bu çocuk bir cinnet geçirse, silahı var, çeker beni vurur ve ruhuma el fatiha.
Sustum. Etrafa bakıyorum, o kargaşada bir sigara yaktım.
Kalabalığı yara yara bir polis ve arkasında on bayan seçim bürosunun kapısına doğru yürümeye başladılar. Karşıdan seyrediyoruz. Polis içeri girdi, durumu ayarlamaya. Ben zaten ipim falan da yok, döndüm genç polise:
-Hadi bakalım, demin bir şey yapmadığım halde bana bağırıyordun, bak gözünün önünde haksızlık yapılıyor ve sen sesini dahi çıkarmıyorsun, çünkü o kişi de senin gibi üniformalı. Gerçekten babayiğitsen hadi müdahale et, yapma, sırayı girin de. Bana bağırması kolay, hem bayanım, hem üniformam yok.
Genç polis:
-Amirim, yapmaması lazım, dedi, kısık bir sesle.
-Şimdi aynı şeyi ben veya başka bir öğretmen yapsa, kendini yırtardın. Ne oldu, sus mu geldi aniden.
Seçim bürosuna giren polis dışarıya çıktı ve eliyle işaret ederek:
-Gayrettepe grubu gelin, dedi.
On kişilik kafile, kapıya doğru yürümeye başladılar. Ben de takıldım peşlerine on birinci olarak.
Tam kapıya geldim, başka bir polis beni tuttu:
-Siz kimsiniz? On kişi dediler.
-Ben de Gayrettepe grubundanım.
Sayımı yanlış yaptığını zannetti ve beni içeriye bıraktı.
İçeride öyle zor bir durum yok, dışarıda polisin yanlış yönlendirmesi var.
Evraklarımı Konaklar yazan bölüme götürdüm. Teslimatı yaptım.
Hileyle, hurdayla girmiştim içeriye. Konaklardaki diğer arkadaşlar dışarıda idi. Kusura bakmasınlar.
Polisle girdiğim tartışma bana belki de iki- üç saat kazandırmıştı. Her şerde bir hayır vardır, derler ya. Aynen öyle.
Aslında o genç polis de bu geceyi asla unutamaz.
Sen torpil yaparsan, bu torpilden başkaları da faydalanabilir, fırsat doğabilir. Allah’tan bu zararlı bir durum değildi, ben sadece evraklarımı teslim etmeye çalışan bir öğretmendim. Farklı şeyler de olabilirdi!
Neyse…
28 Mart sonucu arkadaşlarımın bir çoğu sabaha karşı evraklarını teslim ettiler ve bir çoğu yağmur ve stres yüzünden hasta oldular.
Merak etmeyin, biz kendimize geliriz ama kendine gelmesi ve şapkasını önüne alıp düşünmesi gerekenler var sanıyorum. Ama dedim ya, Neyse…

Ayşe Tulun, 2007