RIFKI
Okula gitmem lazım. Aceleyle mutfağa girdim. Mutfak tezgahının üzerinden kağıt mendilimi alıp çantama koydum ve son sürat evi terk ettim.
Düşünebiliyor musunuz saat 11.00’de dersim var ve ben derse geç kalıyordum az daha. Sabah saat 8.00’deki derslere tam saatinde girmek o kadar da zor değil. Kuruyorsun saati ve erkenden kalkıyorsun. Ama geç saatte okula gitmek olunca, saat maat kurduğum yok, istediğim zaman kalkıyorum. Böyle olunca da geç kalma riski çok fazla oluyor.
Neyse tam zamanında okula ulaştım.
Dersteyim. Sol bileğimde bir kaşıntı var. Şöyle bir kazağımı sıvayıp baktım ki, bir karınca. Nereden gelmiş olabilir ki. Büyük bir ihtimalle bu bizim evin karıncası.
Bazen bir iki karınca bizim mutfak tezgahını ziyaret eder, şöyle bir dolaşır ve geri döner. Tezgahın üzerinden aldığım kağıt mendil ile beraber o da gelmiş. Belli ki bizim okulu merak etmiş. Bi gezelim bakalım, evlerini gördük , bi de iş yerlerini görelim demiş olmalı.
Şimdi ne yapmalıyım. Aslında bu yakışıklıyı kulağından tutup camdan aşağı sarkıtmak var, ama olmaz. Dersteyim de üstelik.
Yere bıraksam bu aptik, bizim evin yolunu çok zor bulur. Sonra annesi, babası, yavuklusu ne yapar.
Onu korumalıyım. Dersteyim ve çok dikkat etmeliyim. Ezilmemeli.
Karıncam hareketli, tam bir karınca. Habire yürüyor. Sağa, sola… Kolumu bir güzel keşfetti.
Kimseye çaktırmıyorum, şimdi desem ki:
-Çocuklar kolumdan bir karınca var, geziniyor.
Hepsi bana bakacaklar ve:
-Ne safsınız, öldürün gitsin.
Ve ben desem ki onlara:
-Buna hakkım yok, o bizim evin karıncası, onu tekrar eski yerine götürmeliyim, annesi babası merak eder, onlar da bana:
-!!!!!
Diyecekler. Büyük ihtimalle bu ünlemlerin önündeki cümle:
-Hoca kafayı çizdirmiş, olabilir.
Evet, herkese de böyle gelmiş olabilir. Ama ben inanın kafayı falan çizdirmedim. Yapmam gerekeni yapıyorum.
Bizim evin karıncası biraz sapık, kolumdan koltuk altıma doğru gitti. Hopp, hopp ne oluyoruz, ayıp. Bak Rıfkı, seni ezmiyorsak iyi karınca olduğun için, sapık olduğuna karar verirsem, senin için hiç de iyi olmaz. İn bakalım aşağılara.
Neyse, yine kolumda gezinmeye başladı. İşe bakın ya, ben bir yandan Ridaniye Savaşı’nı anlatıyorum, bir yandan da karıncayı takip ediyorum, hadi hayırlısı.
Dersi zor bitirdim. Koridora çıktım, dikkatli olmam lazım, öğrencilerden biri es kaza kolumu tutsa bizim evin karıncası dört kolluya binebilir.
Yavaş yavaş, kimseye çarpmadan kantine gittim. Amacım bir beyaz plastik bardak almaktı. Kantinin yasak olan iç bölümüne girdim.
-Ahmet, bana plastik bir çay bardağı ver. Streç filminiz var mı?
-Ne yapacaksın abla?
Ne diyeyim şimdi ona:
-Ahmet kolumda bizim evin karıncası var, onu içine koyup eve götüreceğim desem yine sonunda bol ünlemi olan bir cümle ile karşılaşabilirim. Kıvırıyorum:
-Lazım, ver işte.
-Peki abla, buyur, istediğin kadar al.
Bir beyaz plastik bardak aldım. Üstünü kapatacak kadar streç film kestim.
Şimdi sıra lavaboya gitmeye geldi. Kısa bir dua yapıyorum, lavaboda kimse olmasın diye. Kimse olmamalı, olursa yine ünlemli cümleler ile karşılaşmam olası.
Çok şükür, lavaboda kimse yok. Yavaşça kolumu sıvadım, Rıfkı orada ve sapasağlam.
Yavaşça onu plastik bardağın içine aldım, üzerine streç filmi geçirdim, üzerine kalemle bir iki küçük delik açtım, hava alabilsin diye.
Operasyon tamamlandı, şimdi onu arabaya götürüp bırakmalıyım.
Nasıl götüreceğim. İki ucu şeyli değnek bu.
Lavabodan elimde üzeri streç filmli bir bardak ile yüzlerce öğrencinin arasına çıkacağım. Bu öğrencileri siz bilmezsiniz, hepsi birer küçük Cem Yılmaz. Elimdeki bardağı kim bilir nasıl yorumlayacaklar.
Ne diyebilirler mesela: Ayşe Hanım idrar tahlili yaptırmaya gidiyor, çünkü beyaz, üzeri kapalı bir plastik bardak ile lavabodan çıktı. Bu bir. İkincisi: Görüyor musun, bizi kandırıyor, oruçluyum dedi ama, çay içiyor. Bize belli etmemek için de lavaboda içmeyi tercih etmiş. İlginç değil mi. Ama bi de benim gerçek amacımı bilseler valla tef çalıp oynatırlar beni.
İyisi mi hiç çaktırmadan, her türlü eleştiriyi göze alarak, kararlı bir şekilde öğrencilerin arasından geçip arabaya gitmeliyim.
Başardım, soran bakışlar arasından hızlı ve kararlı adımlar ile bahçeye çıktım, arabanın kapısını açtım ve nihayet Rıfkı’yı arabanın yan cebine koydum.
İşlem tamam.
Akşam üstü eve dönüyorum, şöyle kimseye çaktırmadan cepteki bardağın içine bakıyorum. Rıfkı hiç hareket etmeden bardağın dibinde duruyor. Aman Allahım ölmüş mü, olamaz. Şöyle bir bardağı sallıyorum ki harekete geçiyor, yaşasın, Rıfkım benim.
Eve geldim. İlk işim mutfağa gitmek oldu. Bardağın streç örtüsünü açtım, bardağı yan çevirdim ve Rıfkı ile başladım konuşmaya:
-Rıfkıcığım, hadi anneni bul, bak annenin migreni tutmuş, başını tülbent ile sıkmış, seni arıyor. Baban gazeteye ilan vermekle meşgul, kayıp ilanı. Yavuklunun ağlamaktan gözeleri şişmiş. Hani bizim Çanakkaleliler buna hun olmuş derler. Yani yavuklun hun olmuş. Amcan, dayın, teyzen hepsi yollarda seni arıyor, hadi koş Rıfkıcığım, evinin yolunu bul.
Rıfkı’yı mutfak tezgahında bıraktıktan sonra gündelik işlerim için mutfaktan çıktım. Biraz sonra geri geldim ve gördüm ki Rıfkı gitmişti, evine, yavuklusuna.
Gülmeyin ya, valla kafayı çizdirmedim, yapmam gerekeni yaptım.
Zaman Okyanusu, 2004