KURBAĞA İLE FARE
“ Tesadüf bu ya. Bir fare, vefalı bir kurbağayla su başında tanıştılar.
Her ikisi de bir buluşma zamanı tayin ettiler. Her sabah bir bucaktan çıkıyorlar.
Birbirleriyle gönül tavlası oynuyorlar, gönüllerini vesveseden arıtıyorlardı.
Bu buluşmadan ikisinin de gönlü ferahlıyor, birbirlerine hikayeler anlatıyorlar, birinin söylediğini öbürü dinliyordu.
…..
O kötü mahluk, kurbağayla eş oldu mu neşeleniyor, beş yıllık vakaları hatırlıyordu.
Gönül, dilberi gördü mü nasıl olur da suratı ekşi bir halde kalır? Bülbül, gül görür de nasıl susar.
….
Fare, bir gün kurbağaya, ey akıl kandili dedi:
-Zaman oluyor ki sana bir sır söylemek istiyorum. Halbuki sen suyun dibinde bulunuyorsun. Su kıyısında nara atıyorum ama suyun içindeyken aşıkların narasını duymuyorsun sen. Ey yiğit er, ben bu muayyen buluşma vakitlerine kanaat edemiyor, senin sohbetine doyamıyorum.
…..
“Beni az ziyaret et” sözü, aşıklara göre değildir. Doğru özlü aşıkların canı, pek susuzdur.
….
Aşıka bir an ayrılık, bir yıl gibi gelir. Bir yıllık vuslat bile onca bir hayalden ibarettir.
….
Fare dedi ki:
-Ey merhametli, sevgili dost, ben seni görmedikçe bir an bile karar edemiyorum. Gündüzün nurum, kazancım, ışığım sensin; geceleyin kararım, neşem, uykum sen. Beni sevindirir, vakitli vakitsiz kerem eder, ararsan lutf edersin.
Ey iyiliğimi isteyen, buluşmak için yirmi dört saatte bir kuşluk çağını tayin ettim.
Fakat ciğerim yanıyor, beş yüz kere susuzum, her susuzluğumda bir öküz açlığı var adeta.
Benim derdimden haberin bile yok. Mevkiinin zekatını ver de bu yoksula bir bak.
Bu biedep yoksul, buna layık değil ama senin umumi lutfun, bundan çok üstün.
Herkese lutf etmektesin. Lutf etmen için bir lüzuma hacet yok. Güneş pisliklere de vurur.
….
Biz kimiz ki bu derece lutfu hak edelim? Gel sevgili, güzel huyunla benim gönlümü de aydınlat.
Çirkinliğime, kötülüğüme bakma. Dağdaki yılan gibi zehirlerle doluyum ben.
Ben çirkinim, huylarım da tamamiyle çirkin. Beni diken olarak o dikti, artık ben nasıl gül olabilirim.
…..
Irmak kıyısında seni canla başla çağırıyorum ama sen merhamet edip cevap vermiyorsun.
Suya dalmama imkan yok. Çünkü terkibim topraktan meydana gelmiş.
Ya bir elçi gönder, yahut kerem et, bir nişane ver de benim sesimi sana ulaştırsın.
Bu iş için iki dost gibi konuşup görüştüler. Nihayet şuna karar verdiler:
Bir uzun ip bulacaklardı. Bu ipin çekişi, onların sırrını birbirine duyuracaktı.
Fare dedi ki:
-İpin ucunu sana karşı iki büklüm olan bu kulun ayağına bağlarız, öbür ucunu da senin ayağına. Bu suretle ikimiz, birbirimize ulanmış, bağlanmış oluruz; bir bedendeki can gibi birbirimize karışırız……İpliğin bir ucunu benim ayağıma bağla, öbür ucunu kendi ayağına düğümle de bu kupkuru yerde gerekince ipi çekebileyim, sen de bu vesileyle benim derdimi anlayasın.
Bu söz, kurbağanın gönlüne acı geldi. Bu pis beni bağlıyor galiba, dedi.
İyi bir adamın gönlüne kötü bir düşünce geldi mi bu, boş değildir, bir aslı vardır bunun.
…..
Fare, doğru yolu bulmuş olan kurbağayla buluşmak isteyince o aşk ipini çekerdi.
Elime böyle bir vasıta, böyle bir vesile geçirdim diye o ipe güvenirdi.
Can ve gönül de bu ip ele geçeli, görüşmek için artık bir ipliğe döndü adeta derdi.
Derken ansızın bir alaca karga geldi, fareyi yakaladı. Kurbağa da onunla beraber havalandı.
Fare, karganın gagasında havalanınca kurbağa da ona bağlı olduğundan onunla beraber sudan çıktı. Fare, karganın gagasındaydı, kurbağa da ipe bağlı olduğundan havalanmaktaydı.
Halksa hele bak diyordu, karga hileyle suda yaşayan kurbağayı nasıl da avladı.
Nasıl suya girdi, nasıl da onu kaptı? Suda yaşayan kurbağa, nasıl olur da alaca bir kargaya avlanır?” MCR
Feryat, adamın kendi cinsinden olmayan dostundan, feryat. Ey ulular, sizinle düşüp kalkacak iyi bir dost arayın, diyordu. “ MCR
Xxxx
Hani insan yüreğinden, hani yüreğinin tam ortasından vurulur ya, hani insanın
yüreğini bir dev eline alıp sıkar ya işte bu hikaye bana aynı etkiyi yaptı.
Saatlerce öfledim, püfledim.
Dostlarımı, arkadaşlarımı düşündüm.
Uzun uzun…
Başım dönüyordu, ağlıyordum.
Fare ile kurbağa misali, bir çok dostluklar kurmuştum. Kimisini hidayete erdirecektim, kimisi beni aydınlığa kavuşturacaktı.
Bu küçücük fani yolculukta, değer mi, diye düşünmeye başladım. Değer mi?
Bir çok kişi ile kurulmuş doğru, yanlış dostluklarım vardı. Değer miydi?
Ya bir gün alaca bir karga gelirse ve fare ile ben de havalanırsam? Değer mi?
Aynı kefeye konmak, asıl derdim oydu.
Aynı kefeye konmak…
Aynı kefeye konup tartılmak, ne uğruna?
Ya da benden utanacak dostlarımın durumu ne olurdu?
Kemal Tahir gibi dostluklarımı temize çekmeye karar verdim. Eskiyen dostluklarımı düşündüm. Hadi temize çekelim. Çekerken de bazılarını unutalım. Alaca kargayı düşünerek.
Benim fare olduğum bazı dostluklarımı da zamana bıraktım. Dikkatli olmaya karar verdim, gözüm hep alaca kargada oldu.
Tek tek düşündüm, dostlarımı. Kimler bana zarar veriyor, benim kimlere zararım dokunabilir.
Ah alaca karga ah, nereden çıktın sen. Ne güzel de yaşıyorduk. Düşünmeden, planlamadan, ibret almadan.
İlişkilerimi bir bir bitirdim. Kurbağa olduklarımı acil olarak, fare olduklarımı ipleri kopararak. Dağların zehri ile dolu olan bu farecik, arasıra yani onlar istediğinde, yani tesadüfen de olsa onlar ile görüşmek, onların nuru ile aydınlanmak ister. Yani müsait olduklarında, yani alaca karga ortalarda yokken.
İpleri çözdüm, düğümlerim yok artık.
Fareler de beni bağlamasınlar artık ipleriyle, güzel sözleriyle, güzel yüzleriyle beni kandırmasınlar. Benim yaptığım gibi tesadüfen, arasıra, ansızın, bazen yollarımız kesişsin. Ama ip yok, yok, yok… Alaca karga var çünkü…
Ne diyordu sevgili Mevlana:
-Feryat, adamın kendi cinsinden olmayan dostundan, feryat. Ey ulular, sizinle düşüp kalkacak iyi bir dost arayın…
Zaman Okyanusu, 2004